Okuyucu Eleştrileri
Hayal Perdesi okuyucularından gelen film eleştirileri arasından seçtiklerini bu alanda yayınlıyor. Siz de yazılarınızı hayalperdesi@hayalperdesi.net adresine gönderebilirsiniz.
25.04.2015 Barbara

Perde Ardındaki Hayatlar

 
2012 Berlin Film Festivali’nde Christian Petzold’a “En İyi Yönetmen” ödülünü getiren Barbara; 1980’lerin Almanya’sında, doğu bloğunda yaşayan ancak batıya gitme hayalleri içinde olan Barbara adlı bir doktorun taşrada küçük bir hastaneye sürgüne gönderilmesini ve buradaki yaşam mücadelesini anlatıyor. Zıt karakterler, çatışmalar ve ikili karşıtlıklar üzerine kurulan hikâye, bir yandan hüzünlü bir atmosfer içerisinde ilerlerken, diğer yandan küçük ayrıntılarla yüzümüzde tebessüm bırakmayı da ihmal etmiyor. Ayrıca sakin ve huzurlu doğa görüntüleriyle sanki bir fotoğraf albümünden kareler sunuyor bizlere. Bu renklilik ve canlılık sayesinde film, yavaş ilerlemesine rağmen diğer dönem filmlerin karamsar bir havasından sıyrılıyor bir nevi. Edebiyat, müzik ve resim ekseninde; kitap, piyano, tablo gibi yan unsurlarla da desteklediği filminde yönetmen, asıl olarak kadın başkahraman Barbara üzerine odaklanıyor, bütün hikâyeyi bu temel karakter üzerine inşa ediyor.
 
Doğu Almanya’da totaliter rejimin kapanına kısılmış olan Barbara, buradan kurtulma arzusu içinde başka bir ülkeye gitmek için istekte bulunmasıyla rejim karşıtı damgası yiyor ve taşraya sürgüne gönderiliyor. Aynı ülke vatandaşlarını sanki birbirlerine düşmanmış gibi addeden rejim; kendisine karşı yapılan en ufak bir hareketi bile kabul etmeyip mimleme ve fişleme yoluyla bir nevi insanların kimliklerini elinden alıyor. Ayrıca onları şehirden uzaklaştırmak suretiyle susturmaya çalışarak, daha çok baskı altında tuttuğunu düşünüyor.
 
Burada taşra bir sürgün ve aklanma yeri olarak görülüyor. İlk başta sevdiği için taşraya geldiğini söyleyen hastanedeki diğer doktorun, André’nin aslında geçmişte yaptığı bir hata sebebiyle buraya gönderilmesi de bunun bir tezahürü. Küçük ve kapalı bir ortam olan taşra ve onun “alıngan” insanları dışarıdan gelenlerin André gibi kendilerine uyum sağlamasını istiyor. Ancak bunu hemen yapamayan, insanlara karşı temkinli yaklaşan, baskı karşısında ayakta kalma mücadelesi vermeye çalışan Barbara da ister istemez kendisini “soyutlamak” durumunda bırakılıyor.Kurulan baskı, erkeklerle mukayese edildiğinde tabiat olarak duygusal olan kadınlar üzerinde daha etkili oluyor. Çevresindeki insanlara muhbir gözüyle bakan, polisin yaptığı ani baskınlar sonucu her araba sesinde perde arkasına koşan, her kapı sesinde irkilen, tetikte beklemek zorunda kalan kısaca; diken üstünde yaşayan Barbara, bir nevi kendisini çepeçevre saran baskının paranoyaklaştırdığı bir insan haline geliyor.
 
Etrafını kuşatan, devamlı huzursuzluk veren bu durumdan kurtulmanın yolu ise kaçmak oluyor şüphesiz. Burada asla mutlu olunamayacağını düşünen Barbara da batı bloğundaki sevgilisiyle Danimarka’ya kaçma planları yapıyor. Ancak; hayatın onun için bambaşka bir kader çizdiğinden habersiz olarak. Özgürlüğe kavuşma arzusu filmde yer alan iki genç kız için de geçerli bir durum. Islahevinde eziyet gördüğü için devamlı hastaneye kaçan Stella ve otel sahnesindeki genç kız da batıya gitme hayalinin ortak yolcuları konumunda.
 
Batı yani; hız ve haz üzerine kurulu olan kapitalist düzen ise, Mercedes arabalar, pahalı sigara ve mücevherlerle insanları cezbediyor. Üstelik onlara görünürde fiziksel bir baskı da uygulamıyor. Ancak, bireyi odak noktası olarak kabul eden, tüketim çılgınlığı üzerine inşa edilen bu rekabetçi sistem, özellikle psikolojik olarak fark ettirmeden insanlar üzerinde bir baskı oluştururken, uyuşturucu gibi bünyeye yavaş yavaş sirayet ediyor ve bir yerden sonra, zihni devre dışı bırakıyor. Doyumsuz, hep daha fazlasını isteyen, gittikçe bencilleşmeye başlayan birey, artık iradesini kullanamaz duruma geliyor ve bir zaman sonra ipleri başkasının elinde olan bir kuklaya dönüşüyor. İhtiyaç dışında yapılan lüks harcamalar da bireyi tatmin etmez hale geliyor. Mutsuzluk dalga dalga bir girdap misali insanları içine katıyor. Otel odasındaki genç kızın katalogda beğendiği yüzük için “üstelik en pahalısı da değil” mukabilinde söylediği cümle de, kapitalizmin işte bu tüketim anlayışına bir eleştiri hüviyetinde.  
 
Kaçmak, özgürlüğe kavuşmak ama hangi özgürlüğe? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak misâli; sosyalizmin baskısından kurtulmaya çalışırken, kapitalizmin tüketim ağına takılarak göstermelik bir “özgürlük” adı altında, gizli bir “köle” olarak mı yaşamak? İşte yönetmen bu sorulara kesin bir yanıt veremiyor filmde. İki uçlu bir çizgide dengeli olarak gezmeye çalışırken, bunu seyirciye Barbara sayesinde aksettiriyor, ancak mesafeli olarak. Baskıdan kendisine yadigâr kalan bu soğukluk nedeniyle Barbara duygularını hep içinde tutmak durumunda kalıyor. André’nin ilgisi ve samimiyetiyle yavaş yavaş açılmaya başlayan duyguları ise özellikle filmin sonunda tezahür ediyor. Gözyaşlarıyla süslediği fedakârlık tablosu, yaptığı işten mutmain olan Barbara’nın derin nefesiyle noktalanırken, ileride onları nelerin beklediği konusu ise baki kalıyor. (Rüveyda Temel)

  

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..