Söyleşi
Cem Kaya SÖYLEŞİ:Aybala Hilâl Yüksel "Türk Süpermen’i Süpermen Dönüyor’da kripton taşını Süpermen’in dünyadaki annesi çeyiz sandığından çıkarıyor, dantele sarılı o kripton taşı. Cami avlusunda bulunan bir Süpermen. E.T. iki kere çekildi Türk sinemasında biri Badi, biri Homoti Müjdat Gezen çekti, video filmi. Orada Homoti uzaya gidince arkasından su dökülüyor. Çok bize ait bir şey değil mi?"
10.03.2015 “Telifler Olmasa Başka Bir Yaratıcılık Ortaya Çıkar”
 
1960-70’lerde Yeşilçam dünyanın en büyük film üreticilerindendi. Seyirci talebinin had safhada olduğu bu yıllarda sınırlı imkan ile üretim yapan sinemacılar, ülkede telif haklarının işlememesini iyi değerlendirdi; böylelikle kendine has bir kopya ve kolaj kültürü ortaya çıktı. Cem Kaya’nın “Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması” alt başlıklı Motör (Remake Remix Rip-off) belgeseli Yeşilçam’ın tekrarlara dayalı yapısının içindeki özgünlüğün ve yaratıcılığın peşinden gidiyor. Yönetmen Kaya ile Almanya’da Yeşilçam filmleriyle dolu çocukluğunu, orijinalliğin mümkün olup olmadığını, sinemanın Türkiye’de nasıl yerlileştirildiğini konuştuk. Sohbet Türk sinemasındaki arşiv problemi ve sansürden gölge oyunu ile sinema arasındaki bağa kadar pek çok konuya uzandı.  
 
Genel bir soruyla başlayabiliriz, filmin fikri nasıl ortaya çıktı?
Almanya’daki videokasetleri ile başladı bizim Yeşilçam filmlerini tanımamız. Yeşilçam diye bir sokağın varlığını, Yeşilçam sineması denen bir şey olduğunu bilmiyorduk o zaman. Kasetlerde sadece oyuncu isimleri yazardı, yönetmen ismi bile yazmazdı. Almanya’da o dönem uydu teknolojisi olmadığı için burayla tek bağlantımız müzik kasetleri ve bu videokasetlerdi. Her akşam iki film gelirdi eve. Türk süpermarketi şöyleydi: Türkiye’ye uçak bileti için seyahat acentesi, helal et için kasap ve videokaset köşesi. Berlin ve Köln gibi büyük şehirlerde sadece video satan dükkânlar da vardı.
 
Polizei (1988) filminde Kemal Sunal’ın soyguncuyu video dükkânında yakaladığı bir sahne var. O dükkân Berlin’deki Maksim Video Hermannplatz’da en son kapanan video dükkânı, son kalemiz. Bir yıl önce kapattı, iflas etti. Bu furyayı başlatan videoculardandır. Bunun sinemaya da yansımış olması çok güzel.  
 
Hangi yıllardan bahsediyorsunuz?
1976’da video çıktı, yavaş yavaş video şirketleri kuruldu. Video şirketleri buradaki filmlerin telesinelerini yaptılar. Telesineler 83’e kadar Türkiye’de yapılamıyordu, yapılacak aletler de yoktu. Filmlerin negatifleri yollanıyordu ve telesineler Almanya’da yapılıyordu. Ama bu negatifler Türkiye’ye dönmüyordu; çünkü nakliyesi çok pahalı bobinlerin. Arşiv konusuna geldiğimizde önemli olabilir bu bilgi. Türk sinema tarihi burada imha edildi ama birçok film de Almanya’da çöpe gitti.   
 
Neler izlediniz o yıllarda? Çocuk dünyasında nasıl bir karşılığı vardı bu filmlerin?
O dönem bizim tek görselimiz Alman televizyonuydu. Alman televizyonunun o çok temiz, sansürlü yayınına karşı Türk filmlerinde başka şeyler buluyorduk. Cüneyt Arkın’ın rol aldığı, Çetin İnanç filmleri aşırı şiddet içeriyordu, fantastik bir şiddet. Nedense yaş sınırını belirleyen Alman FSK Kurumu pek dokunmuyordu Türk filmlerine.
 
Çocukken şunu düşünürdüm: ben böyle bir film izledim mi izlemedim mi? Şöyle bir sahne vardı, acaba bu benim hayal gücümden mi kaynaklanıyor yoksa böyle bir sahne gerçekten var mıydı? Yıllar sonra akademik çalışmalar için bu filmleri yeniden izlediğimde, doğruymuş böyle bir sahne gerçekten varmış dedim birçok kez.  
 
Filmin konusuyla aynı mıydı tez konunuz?
2005’te bitirme tezi yaptım ismi aynı: “Remake Remix Rip-off”. Bitirme tezimin bir kısa filmi var, Şeytan’la (1974) The Exorcist’i (1973) yan yana getiren bir karşılaştırma. Ama o daha çok bir found footage çalışması. Konuşmacı yok, belgesel tadında bir şey değil, tez içinde anlattıklarımın bir illüstrasyonu gibi. Akademik alanda kopya kültürünü, genel olarak yeniden çevrim (remake) konusunu araştıran bir tez, bir de işte Türk sinemasına nasıl yansıdığını.   
Belgeselin sürecini konuşalım biraz da. Röportajlar var, ciddi bir arşiv taraması var? Kaç yıldır çalışıyorsunuz?
2005’te tez bitti, birkaç yıl yapım şirketi bulmakla geçti ve 2007’de çekim süreci başladı. 2008’de röportajlara başladık. Blok blok çektik ve bütün sektörle konuştuk. Yüzden fazla söyleşi var. Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Seren Yüce’yle de konuştuk, Yeşilçam’ın en eski kavgacısıyla da… Duygu Sağıroğlu röportajı önemli. Sonra Metin Erksan ve Halit Refiğ’in beraber verdikleri bir röportaj var. Çetin İnanç, Dünyayı Kurtaran Adam’ın (1982) yönetmeni var. Montajı uzun sürdü filmin. Çok film izledik, asıl sorunu orada yaşadık.  
 
Filmleri sadece siz mi izlediniz yoksa bir ekip mi kurdunuz?
İstanbul’da öğrencilerle ekip kurduk. Ama o çok işe yaramadı, tam aradığım şeyleri bulamadılar. Eşimle beraber çalıştık. Bir film bir buçuk saatse, üç-dört saatte izledik. Şu saniyelerde şu oluyor onun hemen export’u alınıyor, hard diske atılıyor, orada indeksleniyor. Melodram, aşk diye etiketler veriliyor. Böyle bir arşiv çalışmamız var. Binden fazla film izlemişiz sadece bu çalışma için, bildiğimiz filmler dışında. Bunların içine seks filmleri de giriyor, kayıp olup ortaya çıkan filmler de var. Yılmaz Güney’in bir sürü belgeselini bulduk yurtdışında, Türkiye’de bilinmeyen.   
 
Kopya kültürünü anlatırken kendi içinde “özgün” tarafını gösteriyorsunuz. Telif hakları katliamı var ama bir yandan da üretim koşulları belli. Yeşilçam’ı hakir görmek ile yüceltmek arasındaki dengeyi nasıl tutturdunuz?
Telif hakları meselesinde hep çalmaktan bahsediyoruz; ama bunlar yeni değer sistemleri. Modernizmin, modern dünyanın, endüstriyel devrim sonrası dünyanın ürettiği şeyler bu telif hikâyeleri. Bu coğrafyanın kültüründe, her şeyin metaya dönüşmesinden önce telif diye bir şey yok, öyle bir kavram yok. Bir dengbej bir hikâye anlattığında başka bir dengbeje onun telifini ödemez ya da bir âşık. Burada paylaşım kültürümüz var.   
 
Sözlü kültür ile yazılı kültür farkında kaynaklanan bir anlayış farkı değil mi?
Aynen öyle. Çünkü yazılı olduktan sonra satılabilir bir metaya dönüşüyor. Onu sattığında da bir geri dönüşümü olması gerekiyor. Bütün bu auteur’lük meselesinde orijinali kutsamak, orijinali yüceltmek gibi bir durum var. Ama bu tamamen telifçilerin ve patentçilerin işi, orijinal. Öyle bir şey yok ki. Dünyaya geldiğin günden beri etkileniyorsun çevrenden, o kültürel süzgeçten geçiyorsun. Her şey bir birikime dayalı, onun üstüne koyuyorsun yaptığın şeyi. Bilim, kültür, her şey için geçerli bu. Kim diyebilir ki bir şeyin orijinal olduğunu? Dehalar vardır evet ama biz ölümlüler için orijinal diye bir şey yok. Biz kopyalarız, bakarız esinleniriz, oradan başka bir şey çıkarırız, yorum katarız böyledir.
 
Yıldız Savaşları (Star Wars, 1977) orijinal mi bir kere, Dünyayı Kurtaran Adam’dan konuşursak. Değil yani o da bir sürü filmden almış. Akira Kurosawa ile mahkemelik olmuşlar. Leni Riefenstahl’ın çektiği görseli birebir kopyalamış Lucas. II. Dünya Savaşı filmlerinden görselleri uzaya uyarlamış. Sinemayı çok iyi bildiği için, gönderme yapıyor, şapka çıkartıyor sinema tarihine. Bunu Türk sinemasında da bilinçli bir şekilde yapan yönetmenler var. Lütfi Akad bunu Anneler ve Kızları’nda (1971) yapıyor Imitation of Life’ın (1959) Türkçe versiyonu.
 
Bu telif meselesi önemliydi benim için, bu coğrafyada sözlü kültürlerde telif meselesinin olmaması. Bu da Yeşilçam’a şöyle yansıyor; yabancı şirketler filmlerini, senaryolarını, şarkılarını, görüntülerini burada tescil ettirmiyorlar. Bu yüzden burada kamu malı’na (public domain) giriyor. Sen Kerime Nadir romanını çekemezsin; çünkü Kerime Nadir’in telifi buradadır. Kerime Nadir de buradadır, mahkemeye verir kaybedersin. Ama herhangi bir Amerikalınınkini yaparsın; çünkü Amerikalının umurunda değil, burada ne olup bittiğini bilmiyor. Buradaki pazara oynuyorsun zaten bu filmler yurtdışına satılmıyor. Bir de zaten iki kere sansürden geçiyorlar. Bir senaryo sansürü bir de işletme belgesi alıyorlar. İllegal bir durum olsa zaten yapamazlar bunu, legal. Burayı bir laboratuar gibi düşün telif haklarının işlemediği bu ortamda bir kopya kültürü doğuyor. Creative Commons gibi… Lawrence Lessig bu insanların hep dedikleri şu telif hakları yasalarını biraz gevşetseniz, başka insanların kullanmasına açsanız oradan başka bir kültür, başka bir zenginlik doğar dediği, bugün internette yapılanlar… Bunu o dönem bu adamlar bunu yapıyorlar Yeşilçam’da.   
 
Bir kopya kültürü tartışması açmak için Yeşilçam’ı bir imkân olarak görüyorsunuz.
Tabii. Drakula İstanbul’da (1953) filmine çok gülüyor yabancı seyirci, bak Türkler Drakula çekmiş diye. Tamam da Drakula Amerika’ya ait bir şey mi? Romanya bize çok daha yakın. O kadar Türk’ü öldürmüş Vlad. Tarihine baktığında Drakula’nın İstanbul’da olması çok daha olası. Ama adam gülüyor Drakula İstanbul’da olur mu diye. Çok garip geliyor bana. Amerikan sinemasının o dönem hâkimiyetiyle alakalı bir şey, bu dönem o kadar hâkim değil mesela. 50’li yıllarda Marshall planı, Truman yardımları ile buranın Menderes döneminde küçük Amerika’ya dönüştürülmesi ile alakalı.
 
Elektrik uygulaması ile Anadolu’da sinemalar açılıyor. O sinemaların açılmasıyla bir piyasa oluşuyor. 1948’de vergi indirimi yapılıyor ve filmleri ithal etmek yerine kendi filmini üretmek kârlı olmaya başlıyor: Yeşilçam’ın doğuşu. Bir de 40’lı yıllarda II. Dünya Savaşı sebebiyle Avrupa’dan, Rusya’dan film gelemiyor. Mısır melodramları ve Amerikan filmleri geliyor Türkiye’ye. 60-70’li yıllarda 40’lı yılların yeniden çevrimini yapan rejisörler bu filmleri çocukken izlemişler ve oradan esinlenmişler. Bir de sinemayı öğretecek kurum yok, okul yok, yapabileceğin tek şey sinemayı izleyerek öğrenmek.  
 
Onlar da izledikleri şeyleri buraya adapte ediyorlar.
Geçiş dönemi yönetmenleri Faruk Kenç, Baha Gelenbevi daha öncesi Muhsin Ertuğrul hepsi yurt dışında eğitim almış; Almanya’da, Rusya’da, İsveç’te eğitim alan yönetmenler. Filmimizin ismi niye “motör”, Fransızca bir kelime. Bize ait olmayan bir şeyi bize dönüştürürken, yerlileştirirken doğan bir kültür bu. Bu yerlileştirme önemli olan. Sen niye kendi versiyonunu üretme peşindesin, niye senin seyircin orijinal Süpermen’e gitmiyor da senin yamuk Süpermen’ine gitmeyi tercih ediyor?
 
Türk Süpermen’i Süpermen Dönüyor’da (1979) kripton taşını Süpermen’in dünyadaki annesi çeyiz sandığından çıkarıyor, dantele sarılı o kripton taşı. Cami avlusunda bulunan bir Süpermen. E.T. (1982) iki kere çekildi Türk sinemasında biri Badi (1983), biri Homoti (1987) Müjdat Gezen çekti, video filmi. Orada Homoti uzaya gidince arkasından su dökülüyor. Çok bize ait bir şey değil mi?
 
The Exorcist çıkıyor. İspanya’da, İtalya’da, Hindistan’da, Türkiye'de her yerde çekiliyor. Türkiye’de Metin Erksan çekiyor. Niye? Türkiye’de yasaklı The Exorcist’in orijinali ve yedi yıl yasaklı kalıyor. Bunlar Londra’ya gidiyorlar, filmi izliyorlar yazıyorlar, geri dönüyorlar. Onun benzerini çekiyorlar. Benzerini çekmeleri bir tercüme gibi; çünkü herkes biliyor yurt dışında böyle bir film var ama nedir. Metin Erksan elbette ticari amaçlarla gidiyor bunu yapmaya; ama sonuç olarak buna benzer bir şey merak etmeyin diye sunuyor. Bu da güzel bir şey.  
 
Yabancı filmlerin buradaki gösterimlerinde yapılan yerlileştirmeden de bahsedelim mi biraz?
Amerikan filminin arasına cami görüntüsü koyuyor, dansöz görüntüsü koyuyor. Yabancı filmler Türkiye’de oynarken, bunların seslendirmesi yapılırken de Türkleştirme var. Seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur (Adalet Cimcoz’un kardeşi) Laurel&Hardy’leri seslendirirken kendi esprilerini üretiyor; o Amerikan esprilerini buradaki adam anlamaz diye. Laurel ve Hardy Türkiye’ye gelmiş Amerikan turistler gibi aksanlı Türkçe konuşuyor. Marx Brothers filmleri de çevrilirken Groucho Marx Ermeni oluyor, Arşak Palabıyıkyan adı. Ferdi Tayfur bir Hacivat Karagöz ustası gibi tek adam konuşuyor, farklı şiveler yapıyor. Gerçekten Hacivat Karagöz gibi bir seslendirmeden bahsediyoruz; çünkü diyalogları da değiştiriyor.
 
Akademisyen Savaş Arslan, Türkiye’de sinema sinema ile gölge oyununun karışımı bir şeydir der. Sigmund Weinberg sinemayı Türkiye’ye getirdiğinde, Anadolu yakasındaki ilk gösterim Fevziye Kıraathanesi’nde yapılıyor. Orası normalde Hacivat Karagöz oynayan bir yer. Film, Hacivat Karagöz perdesine yansıtılıp gösteriliyor. Bunlar ipuçları sadece. Bu bir gelenektir, bu budur demek istemiyorum; ama bunları düşünmek lazım.   
 
Bir bağlantı kuruyor ama. Çünkü insanlar gölge oyununu biliyor ve yeni karşılaştıkları sinemayı gölge oyununun bir yorum veya devamı gibi algılayabilirler.
Batı’da altı-yedi yüz yıllık bir geçmişi var Rönesans’tan itibaren. Üçüncü boyut, bireyin bakışı, kamera obscura, Cizvit tiyatroları, Romantik şiir… Sinemayı hazırlayan edebiyattır. Onun öyle bir tarihi var. Optikle lenslerle ilgilenen bilim adamları var. Bizde yok ki bunların hiçbir tanesi. Nasıl yapacaksın sinema?
 
Ben şunu demiyorum İslam’da resim yasağı filan, orada değilim. Bizde böyle bir uğraş yok. Sinema diye bir olgu geliyor, biz bunu nasıl yaparız, küt diye giriyoruz içine. Oluyor da, niye olmasın. Sadece bizde değil Batı’nın haricinde her yerde.    
 
Kopya kültürü veya bu kolaj kültürünün başka nasıl örneklerine rastladınız? Filmde gördüğümüz dışında neler var?
Derleme filmler mesela, Çetin İnanç anlattı bunu. Adana’ya gidiyorlar film satmaya. Orada bir sinemada bir afiş görüyor. Dönemin bütün yıldızları afişte, böyle bir film çekilmedi. Giriyor sinemaya nedir diye. Bunlar sinemaya gelen filmlerden en beğendikleri parçaları kesmişler, o parçalardan derleme bir film yapmışlar. Yüz metre dansöz, iki yüz metre kavga sahnesi, sonra hac belgeselinden bir parça giriyor. Bu dönüyor orada ve seyirci de izliyor. Konu yok, hiçbir şey yok. Günümüzün Youtube’u gibi değil mi?
 
Bu kolaj kültürü Çetin İnanç’ın filmine zombi koyması ya da Star Wars’tan bölüm alması, o müziklerin kullanılması bunlar bugün suç unsuru. Benim anlatmak istediğim teliflerin olmadığı bir evrende başka bir yaratıcılığın ortaya çıkması ve bu yaratıcılığın da çok güzel ve çocuksu bir şey olabileceği. Bugün geçmişe dönük bir film yaptığımda onun belgesini sunamamam sansürdür. Niye onun fiyatı var. Paran varsa çekersin o belgeseli paran yoksa çekemezsin. O yüzden belgeselci olarak bir sancım var, çünkü yapamıyorum istediğimi. O dönem yapabilmişler ne olmuş yani, Lucas Film iflas mı etmiş?    
Ekonomik koşulları da göz ardı etmiyor film. Türkiye’deki siyasi ekonomik olaylardan bağımsız değil sektör.
Bir sürü çile çekiyorlar bu filmleri çekerken. Bir yandan da eğlenmişler elbette; ama şartlar çok kötü. Bugün de çok kötü. Parasızlık… Aram Gülyüz bir hikâye anlattı. Aram Gülyüz yurtdışında okumuş, dil biliyor, yaptıklarının farkında. Günün birinde yurtdışında çekim yapacaklar ekibiyle gidiyor. Aynı sokakta yurtdışından bir film seti var, çok büyük bir prodüksiyona denk geliyorlar. Toplanıp gidiyorlar utanıyorlar. Böyle bir şey var.  
 
Yeşilçam’ı bitiren sebeplerin başında televizyon geliyor. Bir yandan da şu an televizyon dizilerinde devam ediyor Yeşilçam. Bu süreci nasıl yorumlarsınız?
Yeşilçam’ın Yeşilçam olması televizyonun geç gelmesi ile alakalı Türkiye’ye. Amerika’da 40-50’li yıllardan itibaren televizyon var. Yeşilçam’da olan, orada dizilerde oluyor. Amerika’da televizyondaki diziler birbirlerinin kopyası, orada başka bir döngü var. İngiliz dizilerini alıyorlar, onların yeniden çevrimini yapıyor Amerikan televizyonunda.
 
90’larda özel televizyonlarla beraber diziler çekilecek. O diziciler gökten zembille inmediler ki. İçerik dolduracaksan eğer bu ülkede film çeken bir Yeşilçam var. Doğal bir süreç yani sinema bitmiş. Sinemadan sonra ne gelir? 
 
Yeşilçam’ın bitişinde sansürü de sebep gösteriyorsunuz. Sansürü biz aştık diyorlar bir taraftan da. Öte yandan sansür zorlayıcı bir şeydir yeni imkânlar aramaya iter.
Her yerde sansür var, onu unutmayalım. Amerika’da bütün bu komünist yönetmenleri kara listeye aldılar. Charlie Chaplin’e dava açtılar sen komünistsin diye. Amerika’nın çok pis bir geçmişi var onu düşünürsek.
 
Bizde sinema ciddiye alınmayan bir şey ya. Sansür kurulundakiler devlet kurumlarında işleri bitmiş adamlar, sinemadan çok haberleri yok. Sektörden, emniyetten, askerden birer kişi var. Filmler izleniyor, senaryolar okunuyor. Sansür senaryosu yazan adamlar var mesela Yeşilçam’da, kurula gidecek metni yazıyor. Geri dönünce başka bir şey çekiyorlar. Meksika’da kovboy filmi çekiyor; ama bu feodal sistemi anlatan ve köylü ağa ilişkisini anlatan bir film oluyor. Erol Taş’ın adı Halil Ağa değil de Rudrigo olunca sansür bir şey diyemiyor. Ya da filmde gösterdiğimiz gibi Türk polisini övüyor finalde, sansüre takılabilecek sahnelerin takılmaması için. Kilink Uçan Adam’a Karşı (1967) gibi apolitik bir film nasıl sansüre takılır? Demek ki orada oturan adamların belli takıldıkları noktalar var, vatan millet çıplaklık müstehcenlik, normal filmdeki müstehcenlik seks filmlerinden bahsetmiyorum. Bu insanlar tek bir kuruma karşı savaşıyorlar, onun etrafında dolanabiliyorlar ve bir şeyler üretebiliyorlar.
 
Bugün sansür her yerden geliyor. Dava açıyor RTÜK, kaymakam yetkisi olmadığı halde yasaklatabiliyor, afişlerin asılmıyor, fon alamıyorsun. Yurt dışındaki festivallere baskılar uygulanıyor. Para desteği çekiliyor film oynatılırsa. Bunlar bugünün sansür mekanizmaları. Antalya’da en son gördük, oto-sansür çok var. Bugün kimle savaştığını bilmiyorsun.  
 
Unutmadan, bilinmeyen Yılmaz Güney belgeselleri bulduğunuzdan bahsetmiştiniz. Onlar nedir?
Bir film Berlin’de Beta Film arşivinde çıktı. O filmin kameramanı Çetin Tunca söyledi. Ben böyle bir film çekmiştim, Almanlar geldi, Yılmaz Güney’le İmralı adasında söyleşi yapmışlardı, o filmi bulun dedi. O bilgi üzerine biz de gittik araştırdık ve filmi bulduk. Onun telesine’sini yaptım, 16 mm idi. Alman arşivinde de unutulmuş bir filmdi. Ondan parçalar çıkardım, filmde de kullandım, darbeye giden süreci anlatan kısımda. Filmdeki, Yılmaz Güney’in Yol filminin Cannes’da oynaması ödül alması ve oradaki protesto yürüyüşleri o Almanya’nın ZDF arşivinden çıktı.
 
Fransa’da bilinen ama gündemde olmayan filmler var. On l'appelait... le roi laid (Ona Çirkin Kral Derlerdi, 1987) diye Fransız bir belgesel var. Amazon’da satın alabiliyorsunuz, ama kimse bilmiyor. Yılmaz Güney’in filmlerini Türkiye’nin gündemine bağlayan bir film, bir found footage çalışması, Claude Weisz yönetmeni. Hep diyorlar ya Yılmaz Güney’in belgeseli çekilse. Çekmiş adam, kimsenin haberi yok. Autour du mur (Duvarın Etrafında, 1983) diye Duvar filminin arka planını gösteren bir belgesel var. Bir de İngilizlerin Yılmaz Güney ölmeden önce, hastalıktan çok kilo vermiş, sadece oturup konuştuğu filmlerini teker teker analiz ettiği bir belgesel var Channel 4 için çekilmiş, onu da buldum.
 
 
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..