Söyleşi
Hatice Uğur SÖYLEŞİ:Hilal Turan Osmanlı Devleti’nin on altıncı yüzyılda Mısır’ın fethiyle bir Afrika devleti olmasından, yirminci yüzyılda her iki kültürün Batı karşısında ötekileştirilmesine uzanan ortak hikâyelerini anlatmaya çalıştık.
21.05.2015 Sınırlarda Dolaşmak: Afrika ve Osmanlı
 
Afrika ve Osmanlı belgeseli, dört yüz yıllık ortak bir tarihin izini sürüyor. Afrika ve Osmanlı alanında önde gelen birçok tarihçi ve araştırmacıyı buluşturan belgeselin yapım çalışmaları üç yıl sürdü. Yönetmenliğini Gökhan Yorgancıgil’in yaptığı belgeselin yapımcısı ve senaryo yazarlarından Hatice Uğur’la Osmanlı ve Afrika belgeselinin serüvenini konuştuk.  
 
“Afrika’yı Özne Olarak Gördük”
Osmanlı ve Afrika belgeseli hangi yönlerden bu alanda yapılmış diğer çalışmalardan farklılaşıyor? 
Afrika ve belgesel denilince herkesin aklına gezi ya da doğa belgeselleri gelir. Bizim ülkemizde de, başka yerlerde de durum değişmez. Batı’da Afrika tarihine odaklanan yapımlar varsa bile, bunlar Osmanlı’nın kıta ile ilişkilerine değinmez. Bu anlamda, Afrika ve Osmanlı belgeseli bir ilk.
 
Belgesel boyunca Afrika’yı, aynen binlerce yıllık tarihi boyunca olduğu gibi, bir özne olarak ele aldık. “Kara kıta, hastalıklarla boğuşan parçalanmış kıta, egzotik insanların kıtası ya da Osmanlılar tarafından fethedilmiş, medenileştirilmiş bir kıta” gibi Afrika’yı nesneleştiren popüler söylemlerden uzak durduk. Belgesel boyunca Afrika’yı bir çatı olarak düşündük. Osmanlı Devleti’nin on altıncı yüzyılda Mısır’ın fethiyle bir Afrika devleti oluş sürecinden, yirminci yüzyılda her iki kültürün Batı karşısında ötekileştirilmesine uzanan ortak hikâyelerini anlatmaya çalıştık. 
 
Osmanlı Afrika’sı deyince nasıl bir coğrafyadan bahsediyoruz? Belgesel kapsamında bu coğrafyanın tümüne gitme imkânınız oldu mu?
“Osmanlı Afrika’sı” zihnimizde Kuzey Afrika’yı çağrıştırır. Öyle ya tarihte Fas dışındaki Kuzey Afrika Osmanlı toprağıdır. Oysa belgeselde fiilen Osmanlı hâkimiyetindeki yerlere değil de,  entelektüel ve kültürel temaslarımız olan uç bölgelere uzandık. “Hâkimiyet” vurgusundan ziyade tarihte iki özne arasındaki ilişkinin izini sürebileceğimiz coğrafyaları belgesele dâhil ettik. Birini diğerinin altında “alt başlık” olarak kodlayan bir yaklaşımdan kaçınmaya özen gösterdik. Doğu ve Batı Afrika’da bazı ülkelere ve Güney Afrika’ya gittik
 
  
“Osmanlı Afrika’da Bir Tahakküm İlişkisi Kurmuyor”
Belgeselde anlatılan örneklere baktığımızda Osmanlı’nın da kıtaya bu hassasiyetle yaklaştığını görüyoruz. II. Abdülhamid’in irşad ve tebliğ faaliyetleri için Güney Afrika’ya gönderdiği Ebubekir Efendi, yerel dilde din ve ilmihal kitapları yazıyor. Avrupalılar gibi kendi dilini öğretmeye çalışmıyor. 
Dört yüz yıllık bir ortak tarihe rağmen Afrika’da Türkçe konuşulan bir yer bulamıyorsunuz. Portekizce, Fransızca, İngilizce konuşuluyor ancak Türkçe bilinmiyor. Osmanlı’nın kendi kültürünü empoze etmek, dayatmak gibi bir yaklaşımı yok. Ebubekir Efendi yerel halktan biriyle evleniyor ve oradaki hayata karışıyor. Bugünkü Afrika Boynuzu ve Etiyopya’ya tekabül eden bölgelerde Habeş Eyaleti kuruluyor, orada da Türkçe konuşulmuyor. Osmanlı eyaleti olsa da yerel dil hâkim tümüyle. Yerel dil bilen kadılar, yöneticiler atanıyor.  
 
Osmanlı ve Afrika ilişkileri alanında araştırmalar yetersiz. Bunun nedeni olarak yazılı kaynakların yetersizliği gösteriliyor. Siz buna katılıyor musunuz? Belgeselin hazırlık aşamasında kaynak sıkıntısı yaşadınız mı?
Bu konudaki en büyük sıkıntı bilgisizliğimiz. Kaynakların olup olmadığını bile henüz bilmiyoruz. Afrika bir araştırma alanı, bir disiplin olarak yeni yeni gündemimize giriyor. İnsani yardımlar elbette önemli. Ama ivedilikle bu “yardıma muhtaç, salgın hastalıkların, iç savaşların kol gezdiği, tarihsiz, talihsiz” kıta algısını terk etmemiz gerekiyor. Biz kaynak sıkıntısı yaşamadık. Hatta elimizde çok fazla belge, hikâye vardı, zaman zaman onlarla nasıl baş edeceğimizi tartışıp durduk. Afrika’yı Batılı tarihçilerden değil, Afrikalı tarihçilerden dinlemeye çalıştık. Rahmetli Prof. Ali Mazrui ve Prof. Abdul Sherif büyük katkı sağladılar. Yazılı kaynakların yanı sıra sözlü kültüre ve tarihe dayalı özgün bir anlatı dili oluşturmaya özen gösterdik.  
 
“Afrika Yalıtılmış Bir Kıta Değil” 
Belgeselde Zengibar bahsindeki Taarab müziği, Afrika’nın, yaygın anlayışın aksine, dış dünyaya kapalı bir yer olmadığını düşündürüyor. Sizin bu konudaki görüşünüzü öğrenebilir miyim?  
Çok doğru bir tespit. Dünyadan yalıtılmış bir Afrika algısı, Afrika tarihiyle uyuşmuyor. Taarab gibi kozmopolit bir müzik türü bunun en güzel örneği. Hindistan’dan Ortadoğu’ya kadar farklı müzik unsurlarını harmanlayarak oluşmuş bir tür, o kadar geniş bir dünyası var ki. Bence başlı başına bir belgesel konusu. Doğu Afrika’nın Taarab müziği gibi, yaygın olarak konuşulan dili de bu kültürel mozaiği yansıtıyor. Sevahili dilinde çokça Arapça, Farsça ve hatta Türkçe kelimeler bulunuyor. Doğu Afrika’da kozmopolitliği maksimum düzeyde görüyoruz. Doğu Afrika insanlarının ten renkleri bile daha farklıdır diğer bölgelerden. Zengibar’da yürürken siyah Afrikalı, beyaz Arap, çekik gözlü Uzak Doğulu yerliler görürsünüz. Evet hepsi Zengibar yerlisidir. Prof. Abdul Sherif’in dediği gibi “ırk” kelimesi burada başka bir şey ifade eder.   
 
“Çok Uzak Ama Çok Tanıdık”
Afrika coğrafi olarak uzak olsa da kültürel olarak çok fazla ortaklık öne çıkıyor belgeselde.
Evet, farklılıklara değil, benzerliklere odaklanan bir belgesel yapmak istedik. Dilden, müzikten, tarihten, gündelik yaşamlardan örnekler sunarak tüm bu tanıdık unsurlara dikkat çekmeye çalıştık. Uzak ama tanışık olduğumuz bir coğrafya, kültür, tarih. Yine Taarab’dan örnek vereceğim, ben Taarab dinlediğimde Orhan Gencebay dinlemiş gibi oluyorum. Çok uzak ama çok tanıdık. Bölümlerden bir diğerinde Nijer’de kendilerini “İstanbulewa” olarak adlandırılan Tuareglere yer verdik. Sözlü kültürlerinde yer etmiş ortaklıkların izini sürdük.
 
Başta yazılı kaynakların yetersizliğinden bahsetmiştik, belgeselde bunu aşmak için sözlü kültürdeki ortaklıklara da önemli ölçüde yer veriliyor.
Batılı tarih yazımında “Afrika’nın yazılı kaynakları yoktur olsa olsa sözlü tarihi vardır” denir ama bunun doğru olmadığını biliyoruz. Sözlü tarihin de çok değerli bir tarih metodu olduğunu düşünüyorum. Mesela Nijer’de sözlü kültürde İstanbul isimli bir cin var. Kızınca küsüp Marmara’ya kaçıyor. Belgeselde de yer veriyoruz buna. Bunların da izinin sürülmesi gerekiyor en az yazılı kaynaklar kadar. Belgeselde yer veremediğimiz ve çalışılması gereken bunun gibi o kadar çok konu var ki.  
 
“Afrika Hayata Bakışınızı Değiştiriyor”
Belgesel için gidilen yerlerde sizi kişisel olarak en çok etkileyen ne oldu?
Dünyayı evvel zaman seyyahları gibi gezmeli sanırım. Adım adım yakınlaşarak.  İklimin, kültürün, havanın, suyun, toprağın renginin değişimine yavaş yavaş şahit olarak. İbni Batuta Afrika’ya gittiğinde, geçtiği bölgenin geleneklerine uygun şekilde kıyafetlerini değiştirerek ilerlemiş. İklimler, kültürler, gelenekler değişiyor giderken. Ve bunların hepsini tecrübe ederek gidiyor İbni Batuta. Bugün paltolarımızı havalimanında bırakıp uçağa biniyoruz ve indiğimizde kıpkırmızı bir toprak, masmavi bir gökyüzü, sıcak nemli bir hava karşılıyor bizi. İstanbul’dan Şam’ı, Halep’i, İskenderiye’yi, Kahire’yi, Sana’yı görmeden direkt uçmanın yan etkileri var. Modern zamanın hızı, bizi daha şaşkın ve yabancı yapıyor. Afrika erken dönem Hristiyanlığın ve İslam’ın ana vatanı, rengarenk bir kıta. Çok dinli, çok renkli, çok sesli zengin bir kıta.  
 
Afrika’yla olan tarihi tecrübemize dair ciddi bir unutuşla malul olduğumuz açık. Peki, Afrikalılar ortak tarihimize dair ne hatırlıyor? Belgesel çekimlerinde yerel halkla temas ettiniz. Onların nasıl bir Osmanlı algısı var?
Nijer’de ekibimiz çok özel konuklar olarak karşılandı. Bizzat Agadez Sultanı ağırladı ekibi, inanılmaz bir teveccüh vardı. Ancak Afrika’nın genelinde, Osmanlı ile ilgili ciddi bir bilgi yok. Gerçekten yitik bir tarihi tecrübe söz konusu. Çünkü onlar da kendi tarihlerini kendi kaynaklarından okumuyorlar. Doğu Afrika’nın tarihini Almanlardan veya İngilizlerden, Afrika’nın boynuzunu İtalyan ya da Portekiz kaynaklardan öğreniyorlar. Osmanlı bu kaynaklarda korsan ya da barbar olarak sunuluyor. Müslüman olduğu için Afrikalılar, Osmanlı’yı özlüyorlar evet ama onlar da Osmanlı’yı tam anlamıyla bilmiyorlar.  
 
Sömürgecilikle birlikte kıtayla dört yüz yıllık ilişkimiz kopmaya başlıyor. Belgeselde Osmanlı’nın -özellikle II. Abdülhamit’in- sömürgeciliğe karşı direndiğini gösteren örnekler var. Osmanlı Afrika’da sömürgeciliğin gelişimini engelleyen bir unsur muydu?
Osmanlı’nın 93 Harbi’nden sonra tabiri caizse kolu kanadı kırılıyor ve Müslüman olmayan tebaasının büyük bölümünü kaybediyor. II. Abdülhamid’in politikasıyla, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlarla iletişime geçiliyor, bir arada olma vurgusu yapılıyor. Çünkü Osmanlı Devleti halifelik kurumu dolayısıyla Hindistan’dan Afrika’ya kadar tüm Müslüman coğrafyalarda saygı görüyor. Doğu Afrika’daki camilerde cumaları Abdülhamid adına hutbe okutuluyor. Sierra Leone’de Müslümanları örgütleyeme çalışan Muhammed Şitta’ya, II. Abdülhamid tarafından “Bey” unvanı veriliyor. Müslümanlar orada cami inşa ediyor, bunu halife gelip açsın istiyor. Büyük değer veriyorlar Osmanlı’ya. Tabii Osmanlı’nın yirminci yüzyılda Afrika’daki sömürgeciliği durdurması mümkün olmuyor. Ancak gücünün yettiği her noktada yerel halkla birlikte direniyor ve ciddi bir varlık gösteriyor.  
 
Geçmişe her bakış arkasında bir gelecek projeksiyonu taşır. Belgesel tecrübenizden sonra Türkiye’nin Afrika’yla ilişkilerinde neyi öncelemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Afrika Tarihi çalışan biri olarak, bu alanda ihtisaslaşmış enstitülere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Afrikalı ve Türkiyeli tarihçiler ortaklaşa çalışmalar yapabilecekleri platformlara sahip olmalı. Üniversitelerimizde Afrika ile ilgili dersler okutulmalı. Afrika edebiyatı, tarihi alanında eserler hazırlanmalı. Tarih boyunca geliştirilen ilişkiler üzerinden geleceğe dönük yakınlıklar kurulmalı.
 

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..