Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
26.01.2013 Aşk Kendi Sonunu Yazmak Aybala Hilâl Yüksel

Herhalde aşk hakkında konuşmasını en son istediğimiz adamların başında Michael Haneke gelir. O da muhtemelen bunu çok iyi bildiği için son filmi Aşk (Amour, 2012) ile mevzua kendisine yakışır “şiddette” bir giriş yapıyor. Duyguların en yücesine, hayatın anlamına, insanı bir parça sonsuzluğa yaklaştıran yegâne hisse karşı sakin ancak acımasız bir itirazı dile getiriyor. Aşkın ve tutkunun diyarı Fransa’da rahat, entelektüel bir hayat sürmüş ve neredeyse yarım asırlık bir hayatı paylaşmış bir çiftin ömrünün son demlerinde yaşadıklarına odaklanıyor Haneke. Anne ve Georges’un inşa ettikleri dünyanın kaçınılmaz sonun yaklaşması ile yaşadığı kırılma ilk bakışta görünmeyen suniliği ortaya döküyor.

 

Filmografisi boyunca çağımızın mikro ve makro hastalıklarını insanın kötülüğe yatkın doğası üzerinden analiz eden Haneke Aşk’ta da benzer dertleri konu ediniyor. Modernlik tarihi boyunca insanın ürettiği bozuk düzenin yansımalarını (faşizm, kapitalizm vs.) masaya yatıran; sonrasında da bu düzeni hazırlayan insanlık hallerini seyircinin içinden ustalıkla bulup çıkartan yöntemini de büyük ölçüde muhafaza ediyor. Bu filmi öncekilerden ayıran ve belki Haneke’nin en insancıl filmi olarak nitelenmesine sebep olan ise meseleyi tamamen insan ölçekli bir düzlemde tartışması oluyor. Kurduğu sistemlerdeki arızanın ilkel halini bünyesinde taşıyan insanın kötücül ve karanlık tarafının hangi şartlar altında ortaya çıkacağını, şiddetin asli kaynağının ne olduğunu er geç her insanın yüzleşeceği bir kurgu içinde aktarması filmin gücünü ve tesirini artırıyor.

 

Hayatın Sonu

Fani hayatlarımızın içinde ne kadar iyi ve anlamlı işler de yapsak, “son” her bir insanoğlu için kaçınılmazdır. Ölüm er ya da geç gelecek ve insanı tüm sahip olduğunu sandıklarından ayıracaktır. Filmde Anne’in hastalığının evlerine getirdiği en büyük sorun şüphesiz ölümün yakınlığını sürekli hissettirmesidir. Anne’in zihni ve bedeni melekelerinin günbegün zayıflamasını, onun aynasında kendi tükenişini izleyen Georges’un bu büyük kabahat karşısındaki tahammülü de azalmaktadır. Ancak eve ölümü konuk etmeye sebep olan ve yaptığı oyunbozanlık yüzünden kendini suçlu hisseden Anne’in azabı da en az kocası kadar şiddetlidir. Gerek rüya sahnelerinde, gerek detaylarda ve sözler kadar bakışlarda da dile gelen ölüm karşısındaki dehşetli korku filmde ustalıkla işlenir.

 

“Son”dan, “yok”tan ve “acz”den arındırılmış gündelik hayatlarımızda herhalde yaşanabilecek en büyük travma bunların bir anda mezarlarından kalkıp karşımıza dikilmesidir. “Son”un varlığı hem anlamı hem de anlamsızlığı çağırabilecek bir mahiyettedir. Zaten bitecek olması eylemleri gereksiz ve değersiz kılabileceği gibi bunun tam tersi de doğrudur! Yaşamanın bir anlamı yoktur ve “iyi” kalmaya çabalamak beyhudedir; çünkü hepsi bir gün bitecek ve insan filmde anlatıldığı gibi komik bir cenaze töreniyle bu dünyadan ayrılacaktır. Sadece bize verilen sürede iyi hissetmek -başkalarına iyi görünmek- için çaba gösterilebilir. Öte yandan ölümün devreden çıkması düşünüldüğünde “son”un yokluğu da anlamsızlığın bir başka görünümünü çağırır. Tercih etmenin, ihtimaller arasında karar vermenin, yani iradenin saçmalığı ortaya çıkacaktır. Bir yola girmek ve girmemek arasında herhangi bir fark yoktur, zira sonsuz zamanda bütün ihtimalleri istediğimiz sırayla denemek için bolca vaktimiz olacaktır. Tüm başarı ve arzular anlamını ve tadını yitirecektir. Öyleyse her iki durumda da hayatın anlamını ölüm/son üzerinden tartışmak eksik kalacaktır. Zira ölüm yalnızca tadılacak bir hal değil midir?

 

Anlamın Kaybı

Hal böyle iken yapılan edileni boşuna olmaktan kurtaracak ve kısa hayatlarımıza anlamını iade edecek bir “araca” ihtiyaç vardır. “Aşk” bugünün insanı için sığınacağı son kale, tutunacağı tek daldır. İnsanın sonsuza temas etmesi, sonsuz için emek göstermesidir. Aşk hayatlarımızın elinden ölümün alacağı anlamı verebilecek yegâne duraktır. Kendini sonsuzluğu ve kutsallığı ile bilinen bir duygunun, bir paylaşımın, aşkın içinde görmek güçlü bir tesellidir. Bunu çok iyi gözlemleyen Haneke bu noktada soruyor: “Peki âşık olunan aşka layık olmayan bir hale dönüşürse ne olur?” Aslında aşkın hakikiliğini de sorgulayan bu soruya verdiği cevap beklendiği üzere çok da umut verici değildir. İlginç olan Haneke’nin burada hiç onu kastetmediği halde aslında tanıdığımız, bildiğimiz, yaşadığımız, sandığımız “aşk”ın aslında aşk olmadığını da göstermesidir. Filmde aşkın hakiki olma ihtimaline işaret eden herhangi bir ima yer almasa da var olanın suniliğini gösteriyor olması da son derece dikkate değerdir.

 

Elbette ki Anne’in geçirdiği hastalık neticesinde eşlerden birinin diğerine muhtaç hale gelmesi çiftin konforlu hayatını sekteye uğratmış, aralarındaki sınırların ihlaline sebep olmuştur. Ancak birlikte yaşadıkları uzun yıllar boyunca pek çok zorluğu göğüslediğini söyleyen -ki onların neler olduğunu gerçekten merak ediyoruz!- her halükârda birbirine güçlü bir şekilde bağlı görünen ikilinin arasındaki anlaşmanın sonunu getiren temel sebep biraz daha derindedir. Anne’in tüm zayıflıklarının, zaaflarının, yani insanlığının bir anda ortaya saçılıvermesi Georges’un bastığı sağlam zemini yıkar. Muhatabını kaybeden aşk yanında anlam imkânını da yanında götürür ve kaybolur. Bu sebepten Anne’in hastalığı Georges için olduğu kadar seyirci için de yıkıcı ve yıpratıcı bir süreçtir.

 

Sonu Yazmak

Ölümle yüzleşen ve aşkı da kaybeden Georges durumu kabullenmek yerine kendini kandırmayı seçer. Sanki başlarına o felaketler hiç gelmemiş gibi, sanki bununla çok iyi baş ediyormuş gibi davranmanın bir sonraki safhası da kolları sıvayıp düşülen kötü vaziyeti kendi elleriyle temizlemek olacaktır. Evet, birazdan Georges’un öldürme eyleminin bir anlam arayışı olduğu iddia edilecek! Çünkü öldürme eylemi Anne’i pisliğinden, çirkinliğinden, -aslında insanlığından- kurtararak sevebileceği, sevilmeye değer kadını yeniden yaratmaya dönüşür. Böylece hem ölüme hükmederek yeniden patronluğunu ilân etmiş, hem de aşkı -aşk olarak isimlendirdiği teselliyi- yeniden hissetmeyi başarmış olur.

 

Sonrası ise tam da burjuva ahlâkından beklenecek bir ikiyüzlülükle devam eder. Georges kendisine yakıştırdığı “iyi” koca görevini yerine getirdiğinden emin, eyleminin doğruluğu tartışmasızdır. Yazdığı mektuplar veya günlükler ile bir anlamda kendi tarihine notlar düşer ve olduğu değil belki ama olmak istediği adamı kurgular. Güvercinle ilgili yazdıklarında ve en çok da sondaki rüya sahnesinde giriştiği yalanlama ve meşrulaştırma süreci açıkça görünür. Yaşlı ve zayıf Georges kötülüğe hiç bulaşmamış masum çocuğu umutsuz bir kandırma içinde çağırır; karısını boğmadan hemen önce anlattığı çocukluk anısındaki Georges’u.

 

Haneke son filminde uzmanlaşmış olduğu araştırma konusu olan şiddetin kaynağına bir adım daha yaklaşmış görünüyor. Doğrudan insanın içine, insanın bu dünyada varoluşuna bakıyor. İnsanoğlunun bulunduğu bu trajik hal içinde tutunduğu bütün yalanları ve yapaylıkları acımasızca yüzüne vuruyor. Filmin dünya çapında kazandığı takdir ve beğeni de artık karakteri haline gelen yargılama ve ifşa etme hakkını kimden aldığını bilmediğimiz bu adama ihtiyacımız olduğunu bir kez daha doğruluyor.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..