Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
04.06.2014 Umudun Peşinde Acıları Görünür Kılmak Meltem İşler Sevindi
18. yüzyılda Avrupa ve Kuzey Amerika’da Kurtarma Hareketi olarak ortaya çıkan Magdalena Sığınma Evleri/Magdalena Çamaşırhaneleri, evlenmeden çocuk sahibi olan, evlilik dışı cinsel ilişki yaşayan kadınların tövbe edip arınmaları ve ıslah olmaları için Katolik Cemaati tarafından kurulur. Katolik mezhebine uygun hareket etmeyen kadınları rehabilite edip topluma kazandırma amacı taşıyan bu kurumlar bir süre sonra Katolik kilisesi tarafından devralınır ve sığınma evlerinden ziyade ücretsiz iş gücü tesislerine dönüştürülür. Böylece çamaşırhanelerde zorla çalıştırılan günahkâr kadınlar bir taraftan kiliseye maddi katkı sağlarken diğer taraftan çamaşırları temizleyerek kendi kirlerinden de arındırılır. Kadınlar için sığınma mekânı olarak kurulan bu evler kendilerine sonsuz yetki verilen Katolik rahibeler tarafından bir baskı ve işkence mekânına dönüşür. Bu evlere kadınlar yüzyıllar boyunca aileleri tarafından ya da papazların istekleri üzerine teslim edilir. Kaçmaları durumunda ise tutuklanıp geri getirilmeleri devlet tarafından desteklenir. “Düşmüş kadınlar” olarak ifadelendirilen, kimliksizleştirilen kadınların doğurduğu çocuklar ise kilise tarafından zenginlere para karşılığı evlatlık verilir. 20. yüzyıla gelindiğinde toplumsal yapıdaki değişimler ve çamaşır makinelerinin yaygınlaşması sayesinde önemini yitirmeye başlayan bu evler birer birer kapanır. İrlanda’da varlığını sürdüren son çamaşırhane 1996 yılında kapatılır. Ataerkil yapının sınırları içinde sosyal ve ahlâki düzeni korumak için kadınları kontrol altına alan bu evlerde 30.000 kadının hapsedildiği tahmin edilmektedir.
 
Dünya tarihinin tozlu sayfalarında kendine yer bulamayan bu kadın hapishaneleri 1998 yılında İngiliz televizyonu Channel 4’un hazırladığı Sex in a Cold Climate adlı belgeselle görünür kılınmıştı. Belgesel, kadınların dış dünyadan izole edilip seksüel, psikolojik ve fiziksel şiddete nasıl maruz kaldığını anlatan en önemli örnektir. Komediden drama birçok türde filmle karşımıza çıkan İngiliz yönetmen Stephen Frears, son filmi Umudun Peşinde (Philomena, 2013) ile belgeselin izinde ilerleyerek Magdalena çamaşırhanelerinde yaşanan gerçek bir hikâyeyi ele alıyor.
 
Gazeteci Martin Sixsmith’in yazdığı The Lost Child of Philomena Lee isimli biyografi kitabından uyarlanan film, en iyi film dâhil dört dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Filmin adını alan ana karakter Philomena henüz genç bir kızken yaşadığı evlilik dışı ilişkiden bir çocuğu olur. Babası tarafından evlatlıktan reddedilir ve Roscrea Manastırı’na ıslah edilmek üzere gönderilir. Burada oğlu Anthony’yi sadece günde bir saat gören Philomena çok ağır şartlarda çalışmaya zorlanır. Bir süre sonra oğlu rahibeler tarafından Amerikalı zengin bir aileye evlatlık verilir. Beş yıl sonra manastırdan ayrılan Philomena tam elli yıl sonra oğlunu bulmaya karar verir. Bu noktadan sonra başlayan film bizi tarihi bir tanıklığın peşinden sürükler.
 
Hikâyenin başlangıcında sinemanın tarih ile kurduğu güçlü bağdan yararlanan film, izleyiciyi kısa sürede olayların içine çeker. Hikâyenin hızlı ilerlemesi bazı soruların cevapsız kalmasına sebep olsa da ilerleyen dakikalarda yönetmenin seyirciye yönelttiği ikircikli sorular senaryodaki boşlukları önemsiz kılar. Yönetmen, Philomena’nın manastırda yaşadıklarından ziyade aldığı dini eğitimin üzerindeki etkisini merkeze çekerek bir inanç eleştirisi yapar. Usta yönetmen Frears’ın bu tercihi sayesinde hikâye -ağır dramatik unsurlar içermesine rağmen- naif bir üslupla ilerler.
 
Sorularla Dolu Bir Yolculuk 
Philomena gazeteci Martin’in yardımıyla oğlunu bulmak için İrlanda’dan Amerika’ya uzanan uzun bir yolculuğa çıkar. Bir kaybedilenin peşine düşen ikili sahip olduklarını da sorgulamaya başlar. Martin, iş hayatında kaybettiği kariyerini Philomena’nın hikâyesini yazarak geri kazanmayı planlarken yolculuk ilerledikçe sadece bir iş olarak baktığı hikâyeyle duygusal bir bağ kurmaktan kendini alıkoyamaz. Bu noktada filmin çatışma unsurunu birbirine tamamen zıt Philomena ve Martin karakteri oluşturur: Sakin, sıcakkanlı ve kendisine yapılan bütün haksızlıkları affedecek kadar Katolik mezhebine bağlı olan Philomena ile her şeye kuşkuyla yaklaşan koyu bir ateist olan Martin. İkili yolculuk boyunca inanç ve tanrının varlığı üzerine uzun tartışmalara girerek seyircinin de arada kalmasına sebep olur. Philomena başına gelen her olayda kendini günahkâr ilan edecek kadar katolizmin esiri olmuşken Martin ise din adı altında yapılanların masumiyetin içini boşalttığına inanır. Aralarındaki tatlı sert ilişki filmin diyaloglarına yedirilen uzun polemiklerin naif bir muhabbete dönüşmesini sağlar. Yolculuk boyunca karakterlerin olaylar karşısında verdikleri tepkiler farklılaştıkça iç yolculukları giderek daha çok derinleşir. Aklın sorduğu bütün sorularla yer yer karşımıza çıkan Martin, Philomena’nın her şeyi sorgulamadan bağışlamasını öfkeli gözlerle seyreder. Maruz kaldığı yoğun Katolik inancının karakterine dönüşmesi Philomena’nın kutsallık atfedilen her şeyi günahsız görmesinin nedeni olur. Çocuğunu elinden alan rahibeleri suçlamayı aklından geçirmemesi, yaşadıklarının kendi günahının bir bedeli olduğunu zannetmesi filmin zirve noktasında Martin’i hayrete düşürdüğü gibi seyirciye de sinir patlaması yaşatır. Bu bağlamda film, manastırda verilen ve bireyi -hür bile olsa- eleştirel düşünmeden alıkoyan düşünce sistemini sorguya çeker.

Filmin sorguladığı bir diğer mesele ise eşcinselliğe toplumun yaklaşım biçimidir. Philomena oğlunun AIDS’ten ölen bir gay olduğunu öğrendiğinde bu durumu çok normal karşılar ve bunu oğlu daha bir bebekken fark ettiğinin altını çizer. Philomena’nın üzerine sinen koyu Katolik öğretilerinden sıyrılıp eşcinselliğin doğuştan geldiğini imlemesi film boyunca izlediğimiz rolünün dışına çıkmasına ve inancı ile davranışları arasındaki tutarlılığın zedelenmesine neden olur. Ayrıca Anthony’nin ABD başkanı Ronald Reagan’ın yanında çalışan önemli avukatlardan biri olduğu için gay olduğunu herkesten gizlemesi Katolik inancının söylemlerinin siyasetteki hâkimiyetini gözler önüne serer. Bu bağlamda Philomena eşcinsellik gibi kabullenilmesi zor bir durumu olgunlukla karşılayarak “sıradan insanın” göründüğü kadar cahil olmadığını kanıtlar ve Martin’le beraber seyirciye de bir had bildirir.
 
Philomena ve Martin’in Anthony’yi bulmak için sürdüğü iz, filme bir polisiye ruhu katsa da filmde ipuçlarına oldukça kolay ulaşılır. Hollywood filmlerinde karakterlerin karşılaştıkları engelleri binbir güçlükle, aksiyonla ve zorlu bilmecelerle aşarak merak ve heyecan unsurlarını sonuna kadar sömürmeleri seyircilerin alışkın oldukları bir anlatı biçimine dönüşmüşken Frears’ın bir İngiliz mesafeliliğiyle hiçbir zorluk yaşatmadan karakterleri hedefe ulaştırması seyirciye filmin sorguladığı meseleleri seyir esnasında düşünme imkânı sağlar. Frears, bir hikâye anlatmaktan öte hikâye üzerinden seyircilere farkındalık yaratma derdinin peşine düşer. Frears’ın filmdeki tercihlerinden söz etmişken filmin ana problematiği olan inanç-ret meselesi Hollywood filmlerinin olmazsa olmazlarındandır. Bu noktada Umudun Peşinde’yi Hollywood filmlerindeki inanç-ret anlatısından ayıran şey yönetmenin taraf tutmadan iki zıt görüşe de eşit söz hakkı vermesidir. Filmin sorguladığı meselelere yönetmenin adil yaklaşımı İranlı yönetmen Asgar Ferhadi’nin filmlerinde de karşılaştığımız bir tutumdur.
 
Philomena ve Martin’in yolculuğu başladıkları noktaya yani manastıra geri dönmeleriyle son bulur. İlyada, Star Wars, Matrix gibi birçok hikâyede olduğu gibi Philomena’da da kahramanlar yolculuklarının sonuna geldiklerinde artık eskisi gibi değildir. Dinin üzerindeki tahakkümünden kurtulan Philomena, manastırın kirli oyunlarının artık saklı kalmaması gerektiğini söylerken Martin ise elitist aydın kibrini bir tarafa bırakır ve Philomena’dan bir pembe romanın hikâyesini dinlemeye hazırlanır. Böylece farklı sosyo-ekonomik sınıflara mensup ateist Martin ile Katolik Philomena’nın birbirlerini anlamaya çalıştıkları içsel yolculukları, olgunluğa erişmelerinin ilk meyvesini vermesiyle son bulur.
 
Gerçek bir hikâyeden yola çıkan film, mizahla dramı birleştiren üslubuyla tarihin dehlizlerine saklanan acıları görünür kılar. Film, hikâyenin içine yedirilen namus, bekâret, annelik, edebiyat, ahlâk, din, kilise, inanç, medya, ateizm, homoseksüellik gibi birçok meseleye kapı aralayarak izleyicinin içinden geçmesini sağlar. Bu tercihiyle usta yönetmen Stephen Frears filmi bir sorgulama alanına çevirerek irdelediği meseleleri sizin kulağınıza fısıldar ve eleştiriyi / kararı size bırakır.
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..