Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
04.06.2014 Sıfır Teorisi Bir Varoluş Sorgulaması Koray Sevindi
 
“Umut olmasına var, sınırsız denecek kadar umut var, ama bizim için değil.”
Franz Kafka
 
Absürt komediden, distopik bilimkurguya kadar pek çok alanda önemli filmler üreten Terry Gilliam, son filmi Sıfır Teorisi (The Zero Theorem, 2013)’nde büyük bir hayran kitlesi edinmesini sağlayan bilim kurgu klasikleri Brazil (1985) ve 12 Maymun (Twelve Monkeys, 1995) filmlerinin izinden gidiyor. Bir distopik üçlemenin son halkası gibi duran bu filminde nihilizm, teknoloji, ateizm, kapitalizm ve tüketim toplumu gibi pek çok konuya değinen yönetmen, ne yazık ki üçlemenin sağlam iki halkasından sonra üçüncü bir “başyapıt” çıkarmaktan oldukça uzakta kalıyor.
 
Film, bir bilgisayar dahisi olan Qohen Leth’in ona hayatın anlamını söyleyecek bir telefonu beklemesi ve bu süreçte Sıfır Teorisi’ni ispatlamaya çalışması üzerine kurulu. Quentin Tarantino’nun favori isimlerinden olan ve iki Oscar kazanan Christoph Waltz, filmde alıştığımız rollerinin dışında bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.
 
Kiliseden bozma bir evde oturan karakter, Mancom adında bir yazılım firmasında çalışır. İnsanlardan kopuk yaşayan Leth’in tek düşüncesi sürekli evde olmak ve ona hayatının anlamını söyleyecek bir telefonu beklemektir. Bu amaçla karakter, “yönetime” işleri evinden yürütmek istediğini söyler. Leth’in bu isteği kabul edilir fakat Sıfır Teorisi adındaki bir tezi ispatlamakla görevlendirilir. Bu noktaya kadar ilginç bir konuyla ve gelecek vadeden bir tarzda ilerleyen film, bir süre sonra senaryonun detay yetersizliğinin ve kısıtlı mekân kullanımının da etkisiyle sarkmaya başlıyor.
 
Sıfır Teorisi pek çok konuda yönetmenin Brazil filmiyle benzerlikler taşıyor. Gilliam, Brazil filminde var olan sistemin içinde bir “huzursuzluk” hisseden fakat o sistemin dışına da çıkmaktan korkan bir karakteri işler. Waltz’un hayat verdiği Leth karakteri de buna benzer bir ruh hali içindedir. George Orwell'in 1984’ü ve Kafka'nın Dava’sının yansımalarını Brazil’de görmek mümkündü. Bu iki kitabın derinliğini ve hissiyatını izleyiciye geçirebilen yönetmen, Sıfır Teorisi’nde aynı kaynaklardan beslense de aynı başarıyı yakalayamıyor. Bu durum ilk bakışta filmin görsel tercihlerinin oluşturduğu önyargıya bağlanabilir fakat film üzerine derinlemesine bir okuma yapıldığında genel bir özensizlik havasının hakim olduğu görülebiliyor. Filmlerinde kılı kırk yararcasına bir çaba içerisine girdiğini bildiğimiz bir yönetmenin “kitsch” bir film ortaya çıkarması ve oyuncuları hesaba katmazsak ikinci sınıf bir bilimkurgu filmi hassasiyeti yakalaması oldukça büyük bir hayal kırıklığına neden oluyor. Filmde 80’lerden fırlamış gibi duran sanat yönetiminin ve kostüm tasarımının da bu düşüncenin oluşmasına oldukça katkı sağladığı söylenebilir. Kısıtlı bir mekânda geçen film bilimkurgu filmlerinde alıştığımız geniş plandaki soğuk ve belirsiz derinlik tasvirlerinden yoksun kalıyor. Maddi imkânsızlıklar ve efekt kullanamamanın getirdiği kısıtlı mekânın bir “tercih” olduğu açık bir durum. 80’lerde zirve noktasına gelmiş özel efekt teknolojisine sahip bir film edasıyla ortaya çıkan Sıfır Teorisi, o dönem için iyi sayılabilecek fakat şu an için yetersiz kalan bir “teknik” sunuyor izleyiciye. Bu teknik ise görülenden çok “hissedilen” bir durum. Buysa filmin ucuza mal edilmesinden çok “aceleye gelmişlik” hissinden kaynaklanıyor. Filmin teknik anlamda da birtakım sıkıntıları mevcut. Örneğin bilim kurgu filmleri için çok önemli olan ses tasarımında bile mekânların ambians sesleri üzerinde çok fazla uğraşılmadığı ve efekt seslerinin yoğunluğu altında ambiansların “ezildiğini” görebiliyoruz. Sıfır Teorisi’yle Brazil’in sahip olduğu fütüristik ve sarkastik çizginin yanından geçemeyen yönetmen, seyircide ne yazık ki “yapmış olmak için yapmış” izlenimi oluşturuyor.
 
Dinsel Göndermeler ve Nihilizm
Filmin ana karakteri Leth, teknolojinin çevrelediği eski bir kilisede oturuyor. Bu mekân kullanımına ek olarak hayatın anlamını Leth’e söyleyecek olan telefonun kilisenin içinde olması da filmde dinsel bir gönderme olduğunu açıkça belli ediyor. Kilisenin değişik yerlerine gizlenen kameraların oluşturduğu sürekli “izlenme” hali, Leth karakterinin kilisedeki kameraları parçalarken çarmıha gerilmiş Hz. İsa heykelinin üzerindeki kamerayla yaptığı mücadele ve bu heykelle birlikte aşağı düşmesi de dinsel göndermeler olarak düşünülebilir. Filmin sonunda Leth’in böyle bir çağrının olmadığını öğrenmesi göndermelerin doğrudan ateizmle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Bu anlamda dinin filmde bir çeşit “dekor” olarak sunulması iyi bir buluş gibi görünse de, pek çok tepkiye gebe olabilecek bir tercih olarak göze çarpıyor.
 
Film boyunca ispat edilmek istenen Sıfır Teorisi, varlığın bir hiç olduğunu, hatasız bir düzen devam ederken Big Bang Patlaması’nın sistemde bir hata olarak meydana geldiğini, yaşamın bu şekilde oluştuğunu, tekrar bir kara delik vasıtasıyla hiçliğe doğru gidileceğini ve “sıfıra” dönüleceğini savunur. Filmde Matt Damon'un canlandırdığı Management (yönetim) karakteri “Her şey hiçliğe varır.” gibi bir cümle kurar. Bu da Sıfır Teorisi’nin varlığın hiçliğe eşit olduğunun bir çeşit ispatı olarak değerlendirilebilir. Bu ispat çabasının bir varlık sorgulaması içinde olan Leth tarafından yapılması da filmin senaryosuna yönelik önemli bir buluş. Leth, Sıfır Teorisi’ni kanıtlarsa hayatın anlamsızlığını da kabul etmiş olacaktır. Burada yönetmen inançlı bir adam olarak resmedilen ve telefonu almak için sürekli “connect/bağlı” pozisyonda beklemesi gereken Leth üzerinden bir hiçlik çözümlemesi yapar. Fakat karakterin içinde bulunduğu durum aslında Nietzsche’nin savunduğu Nihilizm’den çok Schopenhauer’in Pesimizm’den beslenen Nihilizm’ine benzer. Schopenhauer, yaşadığımız hayatı bir çeşit ızdırap ve işkence gibi gören, daha çok kötümserlik üzerine resmedilen bir anlayış sunar. Nietzsche ise Nihilizm’in bir “hiçlik” farkındalığı olduğunu ama bunun bizi hayatta sağlam durmaktan alıkoymaması gerektiğini belirtir. Yaşamı, “olumsuzlanan” bir anlayıştan çok değeri anlaşılması gereken bir “değer” olarak görür. Bu anlamıyla yönetmenin steampunk ile cyberpunk türlerine özgü bir Pesimizm’le Nihilizm’den beslendiği söylenebilir.
 
Filmde özellikle kapitalizme ve teknolojinin getirdiği yalnızlaşma durumuna çeşitli vurgular yapılır. Sokakta yürüyenlere eşlik eden “kişisel” reklamlar, günümüz internet dünyasında sıkça karşılaşılan ve bir çeşit “gözetlenme” hissi veren benzer bir konudan besleniyor. Filmin girişinde gördüğümüz ışıklı tabelalar Times Square atmosferi oluştursa da filmde yeterli miktarda yer almıyor ve eğreti kalıyor. Konuşan pizza kutuları iyi bir fikir gibi öne çıksa da, insanların kullandığı tabletler biraz “zorlama” bir eleştiri olarak göze çarpıyor. Aynı zorlama durumu, karakterlerin her şeyin yasak olarak resmedildiği bir işaretler yığınının önünde oturdukları sahnede de görebiliyoruz. Bu ayrıntılar çok yoğun bir şekilde filme yedirilemediği için yapıştırma gibi duruyor. Buna rağmen yapılan tüketim toplumu eleştirisi, Jean Baudrillard’ın ihtiyaçların “insan iradesi” dışında belirlenmesi ve tüketicinin ihtiyacın gerekliliği konusunda bir tercihte bulunacak zaman bulamaması konusuna gönderme yaparak iyi bir detay oluşturuyor. İhtiyaçlar günden güne “bireysellikten” “çoğulculuğa” doğru kayıyor ve böylece “biz” oluşuyor. Leth karakterinin de kendisinden bahsederken “biz” diye bahsetmesi, bu duruma güzel bir örnek oluşturuyor.     
 
Laura Mulvey’in Görsel Haz ve Anlatı Sineması makalesinde değindiği kadının “arzu nesnesi” olarak kullanılması meselesi de bu filmde oldukça yer tutuyor. Melanie Thierry’nin oynadığı Bainsley karakteri “baştan çıkarıcı” olarak resmediliyor. Kadının fiziğini öne çıkaran bir kıyafet giymesi, Leth’le arasında yaşanan diyaloglardaki cinselliğe ve erkeğin “zayıflığına” yönelik göndermeler, Hollywood’un sık kullandığı tercihler olduğu için bir noktada Terry Gilliam’ın hazzetmediği Holywood’a biraz da olsa benzemeye başladığını gösteriyor. Zaten kâhin, sanal âlem ile gerçek dünya arasında yapılan yolculuklar gibi detaylar Matrix (1999) filmini çağrıştırıyor. Bu çağrışımın nedeni olarak Gilliam’ın da Matrix filminin yönetmenleri gibi Baudrillard’ın simülasyon ve simulakr kavramlarından etkilenmesi gösterilebilir. Filmdeki karakterin “simülasyon” bir deniz kıyısına gitmesi ve orada “huzur” bulması bu örneği destekleyecek bir detay olarak filmde yer alıyor.
 
Terry Gilliam, değişik alanlarda başarılı örnekler veren, sık üretim yapmayan ve bu doğrultuda ele aldığı eserleri bir Stanley Kubrick hassasiyetiyle işleyen bir yönetmen. Gilliam’ın bu filminde, aynı hassasiyeti göstermeye çalışsa da, bir noktada tam olarak istediğini yapamadığı ve anlatmak istediği konuları çok fazla yayarak filmi ortalama izleyiciden uzaklaştırdığı söylenebilir. Yaptığı eleştirilerle, sahip olduğu görsellerle ve kostümlerle daha çok 80’lerden çıkmış bir film gibi ortaya çıkan Sıfır Teorisi, belki o dönemde yapılsaydı Blade Runner (1982) kadar olmasa da ona yakın bir ilgi uyandırabilirdi. Brazil ve 12 Maymun gibi iki “klasik” film çıkarmış bir yönetmen olarak Gilliam’ın bu filmde beklentiyi karşılayabildiğini söylemek oldukça zor. Yine de Gilliam’ın bu “geçmişte kalmış” filmi bilim kurgu sinemasında ilerleyen dönemde kendine yer bulabilir.
   
 
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..