Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
30.09.2014 Lucy Zamanın Peşinde Bir “Süper Kahraman” Koray Sevindi
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
 
Léon (1994), Nikita (La Femme Nikita, 1990) ve Beşinci Element (The Fifth Element, 1997) gibi filmleriyle doksanlar sinemasında önemli bir çıkış yakalayan; fakat son dönemde yaptığı filmlerle beklentileri karşılayamayan Fransız yönetmen Luc Besson, son filmi Lucy (2014) ile bir kez daha sevenlerinin karşısına çıkıyor. Yazdığı güçlü kadın karakterlerle tanınan yönetmen, bu çizgisini Scarlett Johansson’un başrolde olduğu Lucy’de de devam ettiriyor. Bilimkurgu ve aksiyon türündeki film, insanın yüzde on olduğu düşünülen beyin kullanma kapasitesinin yüzde yüz olması durumunda neler yaşanabileceğine odaklanıyor. Doğurgan bir fikirden beslenen Besson, ne yazık ki bunu çok fazla kullanamıyor. Film kısa süresinin de etkisiyle hikâye ve karakterler üzerinde yeterince derinleşme fırsatı bulamıyor. Bunun sonucunda da ortaya türlerin karmaşası içinde yoğrulmuş ve bir kez daha beklentilerin altında kalan bir film ortaya çıkıyor.
 
Dünyadaki en önemli amacımızın “zaman kazanmak” olduğu fikrini esas alan Lucy, Tayvan’da üniversite öğrencisi olan bir kızın, erkek arkadaşının yönlendirmesiyle uyuşturucu mafyasının eline düşmesini ve yeni üretilen çok güçlü bir maddenin taşıyıcılığını yapmak zorunda kalmasını konu alıyor. Bu uyuşturucu maddenin olduğu poşet Lucy’nin karnına yerleştiriliyor ve bir süre sonra patlayarak kadının kanına karışıyor. Lucy’nin vücudunda çeşitli reaksiyonlara giren madde kadının beynini kullanma kapasitesini gittikçe artırıyor ve yüzde ondan yüzde yüze ulaşmasını sağlıyor. Filmin zeminine oturan, insanın beyninin yüzde onluk kısmını kullandığı miti ise -film için sürükleyici bir unsur olarak iyi bir malzeme olsa da- insanın zaten beyninin yüzde yüzünü kullandığını bilen izleyicilerin filmden uzaklaşmasına neden olabiliyor. Fakat gene de yönetmenin böyle bir mitten yola çıkması ve hâlâ pek çok insanın inandığı bu miti bir çeşit silah olarak kullanması filmin “ticari” kaygıları için güzel bir buluş olarak değerlendirilebilir.
 
Evrim ve Zamana Hükmetme
Filmdeki Lucy ismi, 1974’te Etiyopya’da yüzde kırklık kısmı bulunan insanımsı bir iskelete verilen isimden geliyor. 3,2 milyon yıllık olduğu tahmin edilen bu iskeletin Luc Besson’un filmde bizzat gösterdiği ilk insana ait olduğu düşünülüyor. Filmin içerisinde ara ara giren çeşitli hayvan görüntüleri hem belgeselvari anlatımı desteklemek hem de evrim teorisine gönderme yapmak amacıyla seyirciye sunuluyor. Besson’un bu anlatımı bir üniversite dersliğinde bir profesöre yaptırması da inandırıcılığa katkı sağlayan bir detay olarak değerlendirilebilir. Fakat yönetmenin bilimsel dayanağı çok sınırlı olan bir alanda bu şekilde bir anlatım benimsemesi -tıpkı yüzde on mevzuunda olduğu gibi- izleyiciyi manipüle edebilecek bir zemin hazırlıyor ve Besson bunu Morgan Freeman’ın oynadığı Profesör Norman karakterini kullanarak yapıyor. Norman’ın sunduğu bilimsel altyapının yanında Lucy karakteri daha felsefi bir yoldan ilerliyor. Zamanın varoluş nedenimiz olduğunun altını çizen film, tek ölçü birimi zaman olduğundan, zamansız hiçbir şeyin olamayacağından ve zamanın her şeyi bütünleyen bir etkisi olduğundan bahsediyor. Lucy’nin beynini kullanabilme yüzdesi artıkça zamanda yolculuk yapabilmesi ve onu hızlandırıp yavaşlatabilmesi de zamana hükmettiğini ve onu yönetebildiğini, böylece “zamanın efendisi” olabildiğini gösteriyor. Lucy karakterinin dünyanın başlangıcına doğru yaptığı yolculukta ilk insan olarak atfedilen Lucy ile yaptığı parmaklarını birleştirme sahnesi akla Steven Spielberg’in E.T. the Extra-Terrestrial (1982) filmindeki -afişte de yer alan- meşhur sahneyi ve hepsinin ilham kaynağı olan Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı freskini getirir. Filmin evrim temelli altyapısına da uygun olan bu gönderme, Lucy’nin ancak bu temasın ardından evrenin tüm bilgisine sahip olmasıyla birlikte daha da güçlenir.
 
Filmin bir diğer motto’su da bilginin aktarılması ve yaşatılmasıdır. Profesör Norman, Lucy kendisinden yardım istediğinde ona sadece “bilgini paylaş” önerisinde bulunabilir. Charles Darwin’in “doğal seçilim” teorisinin temel unsurlardan biri sayılan karakteristiklerin gelecek nesillere aktarılması mevzuu, filmde de hayat bulur. Günümüzde yaşayan Lucy, ilk insan olarak atfedilen Lucy ile temas ettiğinde geçmişteki Lucy’e atfedilen “anne” pozisyonuna kendisi de geçer ve “paylaşma” ya da teorinin altını çizdiği “aktarma” fonksiyonunu harekete geçirir. Lucy’nin beyninin kapasitesini daha fazla kullanmaya başladıkça insani duygulardan uzaklaşması ve fiziksel açıdan bir şekilde “robotlaşması”, kazandığı “anne” konumunun getirdiği “fedakâr olma” zorunluluğuyla bir şekilde zıtlaşsa da evrenin bütün bilgisine sahip olan ve onu hissetmeye başlayan Lucy’nin insanoğlunun geleceği için kendisini adamasına engel olamaz. Bu süreçte kazandığı telekinezi, telepati gibi pek çok özellik sonucunda bir çeşit “üstün insan” olan kadın, filmin sonunda artık “her yerdedir.” Kazandığı bu özelliğin ona tanrısal bir güç kazandırdığı düşünülebilir ama burada Lucy’nin tanrıya dönüşmesinden öte bir çeşit enerjiye dönüşmesi söz konusudur. Bu bağlamda Lucy’nin dünya üzerinde var olan bütün bilgilere erişim sağlayabildiği ve ancak bu şekilde daha önce tecrübe etmediği bir bilgiyi kafasında geri çağırabilmesi mümkün olabilir ve bu da aslında bir çeşit “ilham” olarak değerlendirilebilir.
 
Seyirlik Ama Kalıcı Değil
Luc Besson, filmde karakter üzerinde fazla derinleşmiyor; bu da filmde yer alan ve çok iyi oyuncular tarafından canlandırılan profesör, mafya babası ve polis gibi karakterlerin klişeleşen “tipler” olmaktan kurtulamamalarına neden oluyor. Ana karakter Lucy’nin bile annesiyle olan konuşması dışında iç dünyasına yönelik bir yolculuk söz konusu değil ve bu durum filmin geneline de yansıyor. Hikâye istenilen düzeyde geliştirilemediği için filmin pek çok türe yönelen yapısı filmin geneline çok fazla nüksedemiyor ve film, bir çeşit “türlerin çorbası” halini alıyor. Bunun yanında Lucy bir Fransız filmi olmasına rağmen gişe kaygısının ve yönetmenin alışkanlıklarının da etkisiyle bir Hollywood filmi statüsünde değerlendirilebilir; çünkü film bu statünün getirdiği çok fazla klişeye sahip. En başta filmde çok fazla PIS (1) olması buna örnek verilebilir. Ayrıca senaryonun içerdiği çeşitli mantık hataları filmin kendi içinde sahip olması gereken tutarlı yapısını bozuyor ve seyirciyi filmden uzaklaştırıyor. Örneğin zaman yolculuğu sırasında dünyanın en kalabalık noktalarından biri olan Manhattan’daki Times Meydanı’nda hiç kimsenin dikkatini çekmeyen Lucy eski çağlara gittiğinde bir dinozorun dikkatini hemen çekiyor. Ayrıca illaki bir kötü yaratma derdine giren film, adeta bir “süper kahraman” olarak resmedilen Lucy’nin karşısına elinde silahıyla klasik bir mafya babası koyuyor ve iyi ile kötünün güç dengesini iyi tutturamadığı için de zayıf bir halka ortaya çıkıyor. Bunun yanında Hollywood filmlerinde sıkça yer alan “etik dışı” yardımcı oyuncu kullanımı da filmde yerini alıyor. Örneğin Besson’un kendi yazdığı Taxi (1998) filmine bir gönderme olarak düşünülebilecek fakat filmde çok da yeri olmayan araba takip sahnesinde Lucy’nin gideceği yere yetişmesi için pek çok kaza olur ve belki de onlarca insan ölür. Filmlerde oldukça normalleştirilen bu durum seyircinin tepkisizleştirilmesine neden oluyor ve böylece sıkıntılı ve ancak alışılmış bir “Başrol oyuncusu için her şey mubahtır” anlayışı ortaya çıkıyor.
 
Lucy, doğurgan hikâye yapısına ve kalıcı olma potansiyeline rağmen bu şansı çok da kullanamayan bir film. Filmin “seyirlik” statüsünün üzerine çıkamaması ve filmde çok iyi aktörler yer almasına rağmen bunların iyi bir şekilde kullanılamamaları film için oldukça büyük bir kayıp olarak nitelendirilebilir. Hele ki filmin sonunda Lucy’nin bilgi paylaşımının bir flash belleğe indirgenmesi hem komik kaçan hem de hayal kırıklığı yaratan bir buluş olarak göze çarpıyor. Gene de Lucy kurduğu dünya ve ele almaya çalıştığı felsefi altyapı bakımından izlemeye değecek bir film fakat ilerleyen dönemde “seyirlik” statüsünden “kalıcılık” statüsüne geçmesi çok da mümkün görünmüyor.
 
 
 
(1) PIS (Plot Induced Stupidity): Senaryoda yer alan karakterlerin potansiyellerinin çok altında hareket etmesi. Filmde Lucy’nin potansiyelini kullanmadığı ve “normal” bir insan gibi davrandığı sahneler buna örnek verilebilir.
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..