Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
21.03.2016 Sessiz Çığlık Hafıza ve Kimlik Üzerine Bir Çeşitleme Havva Yılmaz

Hatırlamak ile unutmak arasında ölüm ve yaşam arasındaki gibi bir süreklilik ilişkisi vardır. İnsanın dünyaya ayak basmasıyla yaşlanmaya, dolayısıyla ölüme yaklaşmaya başlaması ya da hayatını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu yeni hücrelerin ancak eskilerin ölümüyle mümkün hâle gelmesine benzer şekilde bazı hatıraların zihinde hayat bulabilmesi için ötekilerin yok olması gerekir. Daha ironik olansa unutulanlar ile hatırlananların kontrol edilemez bir şekilde birbiriyle yer değiştirme potansiyelidir. Hafıza ne zaman, nerede, neyi diri tutacağına sahibine danışmadan karar verebilir. Geçmiş keyfi bir şekilde öznenin şimdiki zamanına dâhil olabilir. Dün ve bugün arasındaki geçişler hafızanın inisiyatifiyle gerçekleşir. Birçok yönetmenin filmlerinde mesele edindiği bu çelişki, Norveçli yönetmen Joachim Trier’in de temel problematiklerinden birisidir. Üçüncü uzun metrajlı filmi Sessiz Çığlık (Louder than Bombs) ile yeniden seyirciyle buluşan Trier, Tekrar (Reprise, 2006) ve Oslo, 31 Ağustos (Oslo, August 31st, 2011)’ta olduğu gibi bu filmde de geçmişten uzaklaşmanın ne kadar mümkün olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Fotoğrafçı anne Isabelle Reed’in ölümünün ardından dağılan çekirdek ailenin, Reed’in anısına düzenlenen bir fotoğraf sergisi vesilesiyle kısa süreliğine de olsa tekrar aynı çatı altında yaşamasını konu edinen film, unutmak, hatırlamak, sorumluluk, aidiyet gibi çeşitli temalar etrafında şekilleniyor.   

Trier filmde annenin trafik kazasında yaşamını yitirmesinin üzerinden üç yıl geçmiş olmasına rağmen, görünüşte bu acıyı geçmişe teslim edip yoluna devam eden aile bireylerinin Isabelle’in hatıralarıyla yaşadıklarını, unuttuklarını sandıkları hatıraların birer hayalet gibi yanı başlarında durduğunu ima ediyor. Evde, sokakta, okulda küçücük çağrışımlarla hayatlarının Isabelle’le yaşanmış kesitlerine dönen karakterler, geçmişi ve bugünü iç içe yaşıyor. Filmin zamansal açıdan kopuk ve parçalı kurgulanışı bu imayı besliyor. Geçmiş ve gelecek arasında sıçramalı geçişler yapan Trier, kurguyu içerikte tartıştığı temalarla paralel bir şekilde düzenlemiş. Unutmak, hatırlamak, geçmiş ve bugün anlık geçişlerle farklı konulara temas edip seyircinin dikkatini üzerinde toplamayı başarıyor. Filmde, sisli, bulanık bir geçmiş yerine, hatıraların bugünkü gibi canlı, renkli bir şekilde hayat bulması, hafızanın kişiyi her daim takipte olduğu hissini veriyor. 

 

Rüyalar ve Oyunlar

Rüya ve oyun unsurları da benzer bir sorgulama içeriyor. Gerçekte küçük oğlu Conrad ile iletişimleri kopuk olan Gene’in, oğlunun dünyasına oyunlar üzerinden adım atmaya çalışması, farklı karakterler tarafından görülen değişik rüyaların, tıpkı hatıralar gibi aydınlık sahnelerle ve ani geçişlerle sunuluyor olması, Trier’in hayatın rasyonalize edilmesinin imkânsızlığına dair iddiası olarak okunabilir. Isabelle’in giderken yanında götürdükleri, karakterlerin hayatında öylesine büyük boşluklar bırakmış ki, hatıraların imdada yetişemediği yerde bilinçdışına ya da kurguya başvurmak kaçınılmaz hâle geliyor. Gün geçtikçe büyüyen bir kendini ifade edememe sorunu, ölüm karşısındaki çaresizlik hâli aile bireylerinin arasına kapatılması zor mesafeler ekliyor. Rüya ve oyun, bu sessizliğin içinde kendini bir şekilde ifade etmenin, acının zehrini başkaları yerine yine kendine akıtmanın yolu oluyor. Gerçekle arasına mesafe koymanın bu zahmetsiz yolu, filmde, özellikle ailenin en küçük bireyi Conrad’ın başvurduğu bir çözüm. 

 

Film, bu açıdan psikanalizden yararlanmayı da ihmal etmiyor. Filmde tavan arasının bilinçdışının metaforu olarak kullanılması gibi doğrudan temasların yanı sıra, Isabelle’in çalışma odasının da bu metafora dâhil edilmesi, odadaki bir türlü toparlanamayan dağınıklığın ruh bütünlüğünün kaybıyla ilişkilendirilmesi, ötekinin bakışının önemsenmesi gibi göndermeler yakalamak mümkün. Annenin kaybı ise başlı başına psikanalitik bir tema olarak değerlendirilebilir. Ergenlikten yetişkinliğe geçmeye çalışan Conrad’ın hatıralarla diğerlerinden daha sıkı ve sürekli bir ilişki içinde oluşu, Jonah’ın eve dönüşünün ve tekrar evden ayrıl(amay)ışının iyileşme çabasına dönüşmesi gibi unsurlar psikanaliz ve hafıza ilişkisini hatırlatıyor. Her ne kadar kendi ailesini kurmuş, düzenini oturtturmuş olsa da Jonah için dahi bir kimlik edinme meselesine dönen söz konusu psikanalitik süreç, filmin genelinde karamsar bir şekilde ele alınıyor. Isabelle’in mesleği ve ailesi arasında kalmışlığının bir yersiz yurtsuzluğa dönüşmesi bu açıdan anlamlı görünüyor. Isabelle, filmde, Camus’nün “İstemek çelişkilere yol açmaktır.”[1] derken kastettiği türden bir tutarsızlık içinde betimleniyor. Bir yandan, başlangıçta sadece heyecan ihtiyacını tatmin etmek için giriştiği işini sonraları etik bir sorumlulukla yerine getirmeyi arzularken, diğer yandan ailesinin yanında kalıp çocuklarının büyümesine yardım etmek istiyor. Gittiğinde dönmeyi, geldiğinde gitmeyi sabırsızlıkla bekliyor. Arzuları ve sorumlulukları birbiriyle mücadele hâlinde olduğu için kendisini ne oraya ne de buraya ait hissedebiliyor. Bu ve benzer unsurlarla film psikanaliz üzerinden varoluşsal sorgulamalara değiniyor. 

 

Trier bir röportajında hafıza ve kimlik konusunu birey-aile gerilimi üzerinden ele almasını özgürlük meselesine eğilme isteğiyle açıklıyor. Aileyi ele alan filmlerin çoğunda görülen, babadan özgürleşerek olgunlaşmaya çalışan oğullar konseptini bilinçli olarak kullanmayan Trier, filmde modern ve özgürlükçü bir aileyi resmederken, bunun sebep olduğu sorunları gündeme getiriyor.[2] Özgürlüğün sadece bir yanılsama şeklinde hayatta yer alabileceğini öne süren Trier, filmde bu temayı işler. Gene’in Conrad’ı takibinin ima ettiği gizli sınırlamalar kadar, bireyselliğin aile bireyleri arasına ördüğü duvarlar da özgürlüğün pratikte ne kadar mümkün olduğunu, mümkün olduğunda ne denli matah bir şey olduğunu, nereye gidersek gidelim peşimizden gelen aidiyet sorunsalıyla baş etmede ne kadar işe yaradığını sorunsallaştırıyor.

 

Aynı çatı altında toplandıklarında bile değişmeyen dağınıklık, karakterlerin bölünmüş ruh hâlleriyle paralel sunuluyor. Yasa koyucu babanın pasif rolü, annenin yokluğuyla birleşince filmin kurgusunda da karşılık bulan boşluklar dağınık parçalardan oluşan bir derleme oluşturuyor. Trier bu dağınıklığı o denli abartmış ki, filmin başlarında seyircide oluşan parçaları birleştirme isteği, zamanla yerini bunun gereksiz bir uğraş olacağı duygusuna bırakıyor. Bu yönüyle filmin hafızaya özel bir vurgu yapmakla beraber merkezsiz bir temalar yığını olduğu bile söylenebilir. 

İlk İngilizce filminde Trier’in böyle bir dağınıklığı tercih etmesi, her konunun alıcısına hitap etme kaygısı şeklinde görülebileceği gibi, filmdeki müzik vurgusundan yola çıkarak bir çeşit potpuri şeklinde de yorumlanabilir. Her hâlükârda filmin seyircide uçucu bir tat bıraktığı rahatlıkla söylenebilir. Psikanaliz, hafıza, kimlik, zaman gibi temaların hâlihazırda birçok filmde ustalıkla işlenmiş olması seyircinin beklentisini artırdığı için, filmin temasındaki dağınıklık yüzeysellik olarak karşılık buluyor. Bu anlamda Trier, derinlikli bir iş çıkarma fırsatını kaçırmış fakat geçmişle uğraşını sürdürmekte ısrarcı davranarak hoş bir seyirlik ortaya çıkarmış görünüyor. 


[1] Albert Camus, Sisifos Söyleni (çev. Tahsin Yücel), İstanbul: Can Yayınları (2013) s. 38.

[2] Daniel Kasman, Representation of Self: Discussing “Louder Than Bombs” with Joachim Trier, https://mubi.com

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..