Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
24.05.2016 Annemle Geçen Yaz Ne Kadar Emek O Kadar Muhabbet Havva Yılmaz
Val, São Paolo’da zengin bir ailenin yanında hizmetçilik yaparak geçimini sağlamakta olan kırklı yaşlarda bir kadındır. Bir gece telefonu çalar ve on yıldır görmediği kızı Jéssica’nın üniversite sınavlarına hazırlanmak üzere yanına gelmek istediğini öğrenir. Haberi biraz sevinç, biraz da endişeyle karşılayan Val, çalıştığı ailenin izniyle kızını davet eder ve hikâye başlar. Jéssica’nın gelişiyle aile içinde çatışmalar yaşanır, evin kurulu düzeni bozulur, sahte ilişkiler gün yüzüne çıkar. Brezilyalı yönetmen Anna Muylaert’in Annemle Geçen Yaz filmi, yakından bakınca mutlu aile tablosunun altında başkalarının emeğiyle refah içinde yaşayan, birbirine yabancılaşmış bireyler topluluğunu anlatır.

Film, başlangıçta sıradan bir Marksist toplum eleştirisi gibi görünse de epik bir anlatım yerine kullandığı sıcak üslubu ve konuyu ele alış biçimi ile diğerlerinden ayrılıyor. Yönetmenin konuya gösterdiği hassasiyet nedeniyle yirmi yıl boyunca üzerine düşündükten sonra koltuğa oturmuş olmasının şüphesiz filmin inceliğiyle doğrudan bir ilişkisi var. Muylaert, oğlu dünyaya geldiğinde anneliğin zorluklarını paylaşmak ihtiyacı duyar. Konu hakkında düşünmeye devam ettikçe dadılık kurumu ve buna bağlı olarak sosyo-ekonomik meseleler ilgisini çeker. Nihayetinde, temas etmeye çalıştığı konunun ülkenin içinde bulunduğu dönüşüm süreci içerisinde oldukça hassas bir yerde durduğuna hükmedip, yeterli olgunluğa ulaşmadan sözünü söylememeye karar verir. (1)
 
Bu açıdan, filmi sıradan bir işçi sınıfı güzellemesinden ayıran en önemli özellik, odaklandığı konuyu dağıtmadan, meselenin başka problemlerle ilişkisini de sarih bir şekilde ortaya koyabilmesi gibi görünüyor. Irkçılık, toplumsal cinsiyet, aile ilişkileri, teknoloji, bireyselleşme gibi birçok tema, filmde makul biçimlerde kendilerine yer bulabiliyor. Örneğin Jéssica’nın ev halkıyla tanıştığı sahnede yemek masasındaki aile bireylerini cep telefonlarıyla meşgul bir hâlde görüyoruz. Zaten üç kişilik ailenin gün içerisinde birlikte yaptığı tek aktivite yemek yemek olmasına rağmen, o esnada dahi birbirleriyle konuşmak yerine teknolojik bir ürünle ilgilenirler. Jéssica’nın odaya girişiyle bir hareketlilik yaşanır, ancak diyaloglar farklı bir yüzeyselliğin devam ettiğini ele verir. Böylece, kısacık bir sahnede aile üyelerinin içe dönüklüğü, içinde bulundukları yabancılaşma hâli betimlenerek, teknoloji, kapitalizm, bireyselleşme ilişkisine işaret edilir.
 
Benzer bir şekilde Val’in evin hanımı Bárbara’ya doğum günü hediyesi olarak aldığı siyah-beyaz fincan takımı birden fazla sahnede ırkçılığa göndermede bulunuyor. İlk sahnede hediyeye çok sevinen Bárbara’nın, Val bu takımla ikramda bulunmak istediğinde telaşla izin vermemesi, siyah ve beyaz eşitliğinin üst sınıflar için sözde kalan bir ilke olduğunu ima ederken, güzel olsa dahi bir şeyin pahalı olmadıkça, yani mübadele değeri artmadıkça, dolayısıyla alt sınıflar tarafından erişilmez olmadıkça değerli kabul edilemeyeceğine yönelik üst sınıf prensiplerini eleştiriyor. Yönetmen bu şekilde sınıf odaklı eleştiriyi, bağlamından koparmadan alt başlıklarla ve ilişkiselliklerle detaylandırıyor.
 
Öte yandan, konuları birbiriyle ilişkilendirirken bağlantıları seyircinin kurmasına izin veren bir esnekliğin filmin tamamına hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Jéssica’nın evdeki sınırlara yönelik ihlalleri yahut diğerlerince “dikbaşlı” olarak tanımlanmasına sebep olan hareketleri, kasıtlı müdahaleler yerine doğal tepkiler şeklinde resmediliyor. Jéssica’nın ev sahibi Carlos ile aynı masada yemek yemesi ya da evin biricik oğlu Fabinho’nun çikolatalı dondurmasından tatması, kazanılmış birer zafer yerine doğal bir işleyiş gibi sunuluyor. Carlos’un Jéssica’ya duyduğu zaaftan ileri geldiğini fark edip, sınıf sorunsalıyla toplumsal cinsiyet meselesini ilişkilendirmek, Carlos’un mirasyedi kişiliğinin onu kadın-erkek ilişkilerinde de yabancılaşmaya sürüklediğini tespit etmek gibi ayrıntılarsa seyirciye kalıyor.
 
Filmin ayırt edici bir diğer özelliği ise mesaj kaygısından uzak olmanın getirdiği sadelik, samimiyet ve kendinden eminlik hâli. Val karakterini canlandıran Regina Casé’in başarısı ön plana çıksa da, filmin tamamında doğal, inandırıcı, samimi bir oyunculuk performansı sergileniyor. Jéssica rolüne hayat veren Camila Márdila ve evin oğlu Fabinho’yu canlandıran Michel Joselsas da filmin sıcak kurgusunu başarıyla perdeye aktarıyorlar. Rolünü sahici bir şekilde yerine getirmekle beraber filmde ikiyüzlü karakterleri canlandıran Lourenço Mutarelli (Carlos) ve Karine Teles (Bárbara) dahi bu anlamda ikna edici görünüyorlar. Kullanılan ışık ve sade bir şekilde tasarlanmış diyaloglar da buradaki doğallığı ve sahiciliği besliyor.
 
Anneliğin Dönüşümü
Filmin kurgusundaki gerilim hattının anne-çocuk ilişkisi ekseninde belirlenmiş olmasının da aynı şekilde, söz konusu samimiyetle ilgisi olsa gerek. Filmde yeryüzüne ayak basmakla eşzamanlı bir yakınlık ilişkisini karşılayan annelik olgusunun sosyo-ekonomik temelli sınıflara ayrılmış bir sistemde geçirdiği dönüşüm sorgulanıyor. Val’in kızının geçimini sağlamak için başladığı işin büyük bir kısmının başka bir ailenin çocuğuna bakmak olması, on yıl boyunca kendi çocuğunun yüzünü dahi görmezken ailenin oğluyla öz annesinden daha yakın bir ilişki geliştirmiş olması, öte yandan Jéssica’nın annesini kızını ihmal etmekle eleştirirken kendisinin de benzer bir şekilde oğlunu ardında bırakarak onun geçimini sağlamak üzere Sao Paolo’ya gelmiş olması gibi unsurlar söz konusu değişimin herkesin hayatına değen bir yanı olduğunu ima ediyor.
 
Filmdeki ince mizahın da filmin başarısında payı olduğunu ekleyebiliriz. Bárbara’nın Jéssica’ya “nezaketen” kahvaltı hazırlamak zorunda kalması, Carlos’un Jéssica’ya evlenme teklif ettikten sonra reddedileceğini anlayınca şaka yaptığını söylemesi gibi iğneleyici sahnelerin yanı sıra Val’in siyah-beyaz fincanları kutudaki gibi yerleştirmek için uzun uğraşlar vermesi, gece vakti gizlice evin havuzuna giren kızını evdeki konumuyla ilgili büyük bir sınır ihlali yapmışçasına araması gibi naif örnekler mevcut. Fabinho’nun kaybettiği, Jéssica’nınsa Fabinho’nun tespitiyle çok çalışarak, emek harcayarak kazandığı sınavın ardından, ailenin Fabinho’nun yine daha az çalışacağı ve kendilerinin daha az sorumluluk alacağı bir formülle, onu yurt dışına göndererek sorunu çözmesi ise ironik bir gönderme olarak değerlendirilebilir.
 
Öte yandan, film, sistem eleştirisini zafer yahut yenilgiye bağlamadan umut ile bitirmeyi ihmal etmiyor. Val’in on yıl boyunca parçası olmadığı bir aileyi ayakta tutmak için harcadığı emeği kendi ailesinden esirgemek zorunda kalması bir sistem sorunu olarak ele alınırken, Jéssica’nın eleştirileri sonrasında tercihlerini gözden geçirerek ailesini tekrar bir araya toplayacak adımı atan yine Val oluyor. Kendi ailesi için emek harcamaya başlamasıyla beraber aldığı ilk ödülün kızının dilinden ilk defa “anne” sözcüğünü duymak olması ise emeğin rakamlarla ölçülebilir bir değerden çok daha fazlası olduğunu ima ediyor. Böylece Muylaert Brezilya’nın son on beş yıldır olumlu bir dönüşüm yaşadığına dair inançla,(2) Jéssica’nın sadece fotoğrafını gördüğümüz oğlu Jorge’nin yüzündeki ümidi ve tebessümü son söz olarak seyirciye hediye ediyor.
 
 
(1) ‘The Second Mother’ Director Explores Brazilian Clash of Culture, Gender, www.thewrap.com
(2) age.
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..