Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
24.07.2016 Denizdeki Ateş Denizlerdeki Ateş Sönmüyor Ayşenur Gönen
Dünya, maruz kaldığı göç dalgaları karşısında çaresiz. İstatistikler, tarihte benzerine az rastlanan rakamlar döküyor önümüze: Dünya genelindeki mülteci sayısı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en yüksek rakama ulaştı. Ve ne yazık ki bu trajik tabloda genç-yaşlı, kadın-erkek milyonların insan olduğu çoğu zaman unutuluyor. Bu insanlar, küresel bir tehdide işaret eden sayısal değerlere dönüşüyor.

Göç akınlarının en tehlikeli güzergâhı ise Akdeniz. Mültecilerin büyük kısmı ekonomik nedenlerle değil, iç savaş ve benzeri nedenlerle kendisinin ve ailesinin hayatını kurtarmak için ülkesini terk ediyor. Peki, mültecilerin sorunlarına kalıcı bir çözüm arayışı var mı? Bu soruya ne kadar arzu etsek de olumlu cevap vermek mümkün değil.
 
Somali, Nijerya, Çad, Eritre gibi Afrika ülkelerinden ve savaştan sonra Suriye’den kaçarak Avrupa’ya sığınmak isteyen göçmenlerin başlıca duraklarından biri İtalya. Malum, Avrupa ülkelerinin göçmenlere kucak açtığı söylenemez. Sömürüp tükettikleri Üçüncü Dünya ülkelerinin çaresiz insanlarına, “medeniyetlerinin” gölgesinde yer açmaya hevesli değiller. Türkiye, Avrupa ülkelerinin tamamından kat be kat daha fazla göçmene kucak açıyor, sınırları içerisine aldığı göçmen nüfusuyla dünyada ilk sıralarda. Hatta ilk sırada. Buna karşılık ne yazık ki Türkiye’den konuya ilişkin filmler henüz karşımıza çıkmadı.
 
Avrupa, göçmen politikaları konusunda elini taşın altına koymaktan kaçınsa da, göç ve mülteci sorununu ele alan filmlerin en iyi örnekleri Avrupa sinemasında yer buluyor. İtalya yapımı Denizdeki Ateş  (Fuocoammare) belgeseli bunların en son ve en başarılı örneklerinden. Film 66. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü aldı. Yönetmen Gianfranco Rosi, Eritre doğumlu bir İtalyan vatandaşı. Avrupa’daki film festivallerinde belgeselleriyle bolca ödül toplayan bir isim. Bir önceki filmi Sacro Gra (2013) 70. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülü almıştı. Şöyle bir ünü var: Avrupa’daki büyük ölçekli film festivallerinde (Berlin, Venedik ve Cannes), Michael Haneke’den sonra iki filmi birden “en iyi” seçilen tek yönetmen.(1)
 
İltica Tecrübesi 
2016’nın Şubat’ında İtalya’da vizyona giren, geçtiğimiz haftalarda da ülkemizde seyirciyle buluşan Denizdeki Ateş, İtalya’nın güneyindeki Lampedusa Adası’nda çekilmiş. Ada Afrika’dan Avrupa’ya yapılan kaçak göç yolları üzerinde bulunuyor. Adanın bir ucundaki balıkçı kasabasında yaşayan Samuel, filmin aktörlerinden en önde geleni. Samuel’in hikâyesi, kaçak göçmenlerin hikâyesi ile paralel kurgu içerisinde ele alınıyor. Bu iki hikâye, daha doğrusu iki olaylar ve durumlar halkası birbirinden tamamen ayrı. Samuel, tek bir sekansta bile göçmenlerle aynı kare içerisinde yer almıyor. Onun adadaki basit gündelik hayatı bir karşıtlık unsuru olarak kullanılıyor. Adadaki iki hayat formu arasındaki uçurumu gözler önüne sermek için örneklem olarak alınıyor. Samuel’in sıradan hayatı bir iyot; “ötekinin” sahip olması gereken normal hayat akışından ne kadar uzakta kaldığını gözler önüne seren bir çeşit “çözücü”.
 
Samuel, on yaşlarında, kabına sığamayan, kıpır kıpır ve çokbilmiş bir çocuk. Yaşıtlarına has ve o yaşlardaki herkesin başına gelebilecek sorunları var: Göz tembelliği, alerjik hastalıklar, sapanla kuş avlama merakı gibi şeyler. Ailesinin ve arkadaşlarının yardımıyla sorunlarından kurtulmaya, adadaki düzene ayak uydurmaya, denizi keşfetmeye, balıkçılığı ve kürek çekmeyi öğrenmeye çalışıyor. Yani adanın bu ucundaki kasaba sakinlerinin öğrenmek durumunda olduğu gereklilik ve becerileri. Filmin ilk dakikalarında, Samuel seyirciye tanıtılıyor. Arkadaşına sapan yapmayı ve kuş avlamayı öğretiyor. Kendince sofistike bir anlam yüklüyor bu işe. Sapanları da seviyor, kuşları da. Ama kendince.
 
Adanın öte ucunda ise bambaşka bir hayat savaşı, can pazarı… Açıklardaki mülteci botlarının ve teknelerinin yeri tespit edilmeye çalışılıyor. On üçüncü dakikadan sonra bir kurtarma gemisinde buluyoruz kendimizi. Aldığı telsiz sinyalini takip ederek konum tespit etmeye çalışan görevlinin yardım çabalarına dönüyor kamera. Vakit gece yarısı. Telsizde bir kadın sesi, çoğu çocuk ve kadınlardan oluşan yüz elli kişilik bir teknede olduklarını söylüyor. Kadın büyük bir telaş içerisinde ve sesi korku yüklü. Bulundukları koordinatları vermeye çalışıyor. Kurtarma gemisindeki görevli ise soğukkanlı bir yaklaşımla onu sakinleştirmeye ve yönlendirmeye çalışıyor. Başarılı da oluyor. Tekneyi buluyor, yardım ve sağlık ekiplerine haber veriyorlar. Afrikalı mültecileri gemiye alarak ilkyardım çalışmalarına başlıyorlar. Teknedeki Afrikalı mültecilerin teker teker kurtarılmalarını izliyoruz. Sanki o anda ve oradaymışız gibi. Hiçbir ses ve görüntü efekti yok. Plânlar yakın: eller, yüzlerdeki korku ve sevinç; gözyaşları, şarkılara karışan sevinç çığlıkları, kurtarma ekibinin anonsları. Altta metin yok. Tüm bilgiyi diyaloglardan ve kurtarılan kişilerle ilgili anonslardan öğreniyoruz. Gemi Nijerya’dan kalkmış. Pek çok limana uğramış. Teknedekiler hiçbirinde kendilerini güvende hissetmemişler ve yola devam etmişler. Sayıları azaldıkça azalmış. Alt güvertedeki yolcular havasızlıktan ölmüş, kimi de hastalık ve yetersiz beslenmeden. Buraya kadar ulaşmayı başaranların da büyük kısmı bitkin ve hasta. Yine de umutlular. Yerleştirildikleri mülteci kampında dua ediyor, şarkı söylüyor ve oyun oynuyorlar. Yolculuklarının hikâyesini de hep bir ağızdan söyledikleri ağıt havasındaki şarkıdan öğreniyoruz.
 
Görüntüler son derece sahici ve etkileyici. Şunu söylemeden geçmemek gerek. Yönetmen on üç yaşına kadar Eritre’de yaşamış ve bir iç savaşa şahit olmuş. Ailesini geride bırakarak İtalya’ya gelmiş. Bu kadar zor şartlarda mı gelmiş bilmiyorum ama o da bir mülteci. Bu yüzden filmin anlatımı son derece samimi ve sahiplenici. Bakış açısı dışarıdan değil, içeriden. Filmi televizyon karşısında haber seyreden bir yabancı gibi değil, teknedeki mültecilerin bakış açısından izliyoruz. Çekim planları bu duyguyu veriyor. İzlerken “Yazık, neden böyle tehlikeli bir yolculuğa çıktılar ki. Evlerinde oturup vatanlarına sahip çıksalardı ya” gibi kolay ve ezbere cümleler kuramayacak kadar iliklere işliyor bu trajedi.

Film, hiçbir yorum yapmadan, çıplak gerçeklerle izleyiciyi baş başa bırakarak aradan çekiliyor. Ama bu filmin simgesel bir dili olmadığı anlamına da gelmiyor. Samuel’in hayatındaki nesne ve simgelerle, “ötekilerin” hikâyesindeki simge ve nesneler apayrı bir film okumasına konu olabilir. Demek istediğim şu ki bu belgesel sadece sinemaseverlerin değil, her yaştan ve her düzeyden seyircinin dilinden konuşmayı bilen bir film.
 
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..