Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
09.03.2017 Yaşamın Kıyısında Ölümle Yaşam Arasında Koray Sevindi
Bazı insanların sırf normal olabilmek için
olağanüstü enerji sarf ettiklerini kimse bilmez.
Albert Camus
 
Amerikan sinemasının kimliğini oluşturan, sinema sanatını şekillendiren ve bu sanatın kurallarını belirleyen klasik anlatının -özellikle dijital çağla birlikte- güç kaybettiği herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Stüdyolara ve star sistemine hapsedilen, zaman zaman zor günler yaşayan, müzikal ve tarihi filmlerle tekrar ivme yakalamaya çalışan bu sinema zaten Yeni Dalga ve Yeni Gerçekçilik’le sinema yapmanın “en doğru yolu” olma özelliğini kaybetmişti. Klasik Amerikan sinemasının içinde yeşeren ve John Cassavetes’in başını çektiği bağımsız sinema, doksanlı yıllardan sonra daha çok ortaya çıkar oldu. Avrupa sinemasını temel alan bu bağımsız ruh, Birleşik Devletler’in kendine özgü sosyo-kültürel ve kozmopolit yapısının içinde Amerikan sinemasını, etkilendiği sinemadan farklı bir noktaya taşıdı. Bunun meyveleri Kenneth Lonergan’ın Yaşamın Kıyısında filmi gibi son dönem Amerikan sinemacılarının kendine özgü tatlar içeren filmlerinde ortaya çıkıyor.
 
Yaşamın Kıyısında ilk bölümünde tek kahraman üzerinden ilerleyen yapısıyla klasik anlatıya sadık kalsa da Lonergan filmin henüz ortasında merak unsurunu taşıyan anahtarı seyirciye veriyor ve film bir anda yön değiştiriyor. İkinci bölümde iki karaktere geçen yönetmen, bu karakterler üzerinden kurduğu zıtlıklarla filmi taşımaya başlıyor. Ayrıca üçüncü karakter olarak filme dâhil edilen Manchester by the Sea kasabası kurduğu insan-mekân ilişkisiyle filmin önemli bir taşıyıcı ayağına dönüşüyor. Tabii burada Lonergan’ın kurduğu ilişki, Tarkovski’nin ya da Kubrick’in mekânla kurduğu ilişkiden ziyade Jarmusch’unkine benzer tasvirler içeriyor. Manchester by the Sea; daha soğuk, daha kendine özgü, daha yalnız ve daha “Amerikan” bir şehir. İnsanın mecburen herkesi tanıdığı, yalnız kalamadığı, dedikoduların kolay yayıldığı kasabanın sakinleri küçük dünyalarında yaşar ve bulundukları mekândan kolay kopamaz. Kültürel ve sosyolojik normlar açısından farklar olsa da ülkemiz taşrasına benzer. Lonergan böyle bir ortamda biri ölümü diğeri yaşamı temsil eden iki karakter üzerinden aynı olayın ve acının farklı insanlardaki tezahürlerini güçlü bir şekilde gösteriyor. Lee Chandler, filmin giriş kısmında sunulduğu üzere, Dostoyevski ve Camus’nün karakterleri gibi ölümü ve yaşamın boşluğunu ima ediyor. Öte yandan babası ölen Patrick ise Lee'nin aksine, hayat doludur. İki kız arkadaşı olan, müzik grubunda çalan, buz hokeyi takımında oynayan, arkadaşlarıyla bolca vakit geçiren popüler ve sosyal bir çocuk Patrick. İki karakter arasındaki zıtlığın doğurduğu çatışmalar filmi taşırken ikili birbirini tanımaya ve birbirine kenetlenmeye başlar. Hatta film o kadar “gerçek” ilerliyor ki, Lonergan’ın da kontrolünden çıkarak kendi sonuna doğru ilerlediği hissini veriyor.
 
Lonergan’ın filmi ele alış şekli önemli: Çok da özgün bir yanı olmayan senaryoyu birkaç müdahaleyle farklı bir anlatıma dönüştürüyor. Karakter odaklı ilerleyen (ve haliyle oyunculukları ortaya çıkaran) minimalist anlatı artık özgün sayılmaz ama Lonergan riskli görülebilecek flashbackleri başarıyla kullanıyor. Filmin ana iskeleti ilerlerken ayrı yan hikâyeler gibi sunulan flashbackler, karakterin dünyasını ve olaylara verdiği tepkileri açıklıyor; yapboz parçaları gibi mizanseni sağlam bir zemine oturtuyor. Bu açıdan “seyirciden çok şey bekleyen” minimalist anlatıyı törpülüyor. Flashbackler başta filmsel zamanı takibi zorlaştırsa da yönetmenin kurduğu mekanizma ve bunun filmi nasıl taşıdığı sezilince hayranlık uyandırıyor. Hele ki filmin kırılma anında, avukatla olan diyalog sırasında Lee’nin davranışının nedeninin flashbackle paralel kurguda anlatılması sinema sanatının en güzel kullanımlarından birini içeriyor. İzleyicinin zihnine ilmek ilmek örülen bu görüntüler, yangın sekansıyla filmi erken bir finale taşıyor ve izleyiciyi “acaba bundan sonra ne olacak” sorusuyla baş başa bırakıyor. Merak unsurunun yön değiştirmesi de yönetmenin senaryo konusundaki başarısının sonucu.
 
Lonergan’ın kurduğu dünyanın gerçekliği oyunculukların başarısıyla doğru orantılı. Sinematografik anlamda durgun bir kamera kullanımı tercih eden yönetmen, filmin anlatısına uygun olarak oyunculuğu ön plana alıyor. Zıt dünyalara sahip Casey Affleck amca Lee ve Lucas Hedges yeğen Patrick rolleriyle kimi duygusal kimi mizahi çekişmelerle filme çok şey katıyor. Oyuncu bazlı tercihler, kısa bir bölümde yer alsa da Michelle Williams’ın Randi karakterini de parlatıyor. Burada yönetmenin erkek karakter tercihlerinin irdelenmesi gerek. Filmin erkek merkezli ilerlediği ve filmde yer alan kadınların zayıf yönleriyle var olduğu bariz. Filmin geneline bakıldığında bu, tesadüften ziyade tercih gibi görünüyor. Filmin başındaki apartmanın kadın sakinleri, sergilediği davranışlarla olumsuzlamaya müsait bir resim çiziyor. Lee’yi terk eden Randi’nin, Lee’nin “ölü” hayatının aksine, hayatını yeni bir çocuk sahibi olabilecek ölçekte yeniden kurabilmesi; Patrick’in alkolik annesinin uzun yıllar sonra koyu Hristiyan bir erkeğin boyunduruğu altında yeniden ortaya çıkması; Patrick’in kötü sesli vokalist sevgilisinin tavırları; kızın güçsüz ve saf gösterilen annesi gibi pek çok olay ve karakter bu çıkarımlar için malzeme veriyor.
 
Filmde altı çizilmesi gereken bir nokta da sağlam metaforlar kuran senaryo başarısıdır. Özellikle Patrick’in babasından kalan tekneyle ilişkisi, çocuğun dünyasını tanımlamak için en önemli unsur. Babasının ölümünden -belki de beklendiği için- çok etkilenmemiş görünen Patrick’in bu durumla mücadelesi tekneyle kurduğu bağda tezahür ediyor. Motoru her an iflas edebilecek olan tekne Patrick’in babasınının son yıllarında çektiği kalp yetmezliğini hatırlatıyor. Çocuğun motoru tamir etmek istemesi ya da para biriktirerek yeni bir motor almak istemesi babasını yaşatmaya çalışması olarak okunabilir. Bununla beraber babasının dondurucuda bekletilmesi ve gömülememesi Patrick’in dünyasında travmanın devam etmesine ve sıyrılmaya çalıştığı gerçeklikten uzaklaşamamasına neden olur, dondurucuyla kavgasında fiziksel olarak dışa vurulduğu gibi. Cenazeden sonraki dondurma yemeleriyse - doğrudan verilmesi etkisini düşürse de- Patrick’in artık rahatladığını gösteriyor. Filmin sonundaki top metaforu ise ikilinin bir arada kalmasına atıf yapıyor. Lee’nin giden topun ardından Patrick’e “bırak” demesi ama genç adamın topu tekrar alması ve oyuna devam etmesi filmin finali olarak kullanılabilecek incelikte. Nitekim film Lee’nin Patrick için fazladan bir oda ayarlayacağını söylemesiyle ve filmin başındaki deniz sahnesine benzer bir sahneyle döngüyü tamamlayarak sona eriyor. Böylece anlatısının basitliğiyle, oyunculukların duruluğuyla, kurgusunun başarısıyla Yaşamın Kıyısında, Amerikan sinemasında çok görmediğimiz tercihleriyle yılın en iyi filmleri arasında kendine yer açıyor.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..