Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
09.03.2017 Çırak Yarım Kalan Yalnızlık Esra Bulut

Mutluluk kavramsal olarak, birbirinin neden ve sonucunu belirleyen, birbirleriyle kurdukları bağ sayesinde şekillenen iki organik yapı üzerinden düşünülebilir. Bu yapının bir tarafında birey diğer tarafında ise sosyal doku yer alır. Mutluluk tam burada, bireyle toplum arasındaki karşılıklı mentörlük ilişkisi sayesinde ortaya çıkıp gelişir. Ancak modern insanın evrilen düşünce kabiliyeti, pozitif olanı eritirken negatifi besleyerek büyütmeye eğilimlidir. Bu eğilim bireyi hem kendi yalnızlığına iter hem de toplumsal olana zarar verir. Yönetmen Emre Konuk, ilk uzun metraj filmi Çırak’ta buna benzer, hayatının bir yerinden mutluluk geçtiyse bile fark edemeyecek derecede anomali üretmiş, Alim isimli terzi çırağı olan başkarakterini anlatmaya çalışıyor. Alim’in kendisi gibi dış dünyasında yol aldığı ustası, kahveci Kemal Ağabeyi, komşusu berber Celal ve ev sahibi Makbule Hanım; mimikleri, muhabbetleri, eylemleri ve ait oldukları mekânların sahiciliği ile günümüz insanının kendi dünyasına kolayca yerleştirebileceği karakterler. Bir bütün olduklarında, sürdürülebilir en küçük toplumsal yapılardan biri olan mahallenin sosyal dokusunu çürütebilen, birey olduklarında içe dönük anomali üretebilen, Beyoğlu’ndaki bir mahallenin mutluluk fukaraları.  

Kahveci Kemal, kendi çırağını ve Alim’i her gün işe gri Doblo’su ile götürüp getirir. Film, Dolmabahçe’de polisle halk arasındaki bir sokak hareketliliğinin ortasına düşen Doblo’nun içinde başlar. Devletin polisinden saygısını, vatandaşından küfrünü esirgemeyecek kadar jargon sahibi olan Kemal, bazen arabesk bazen de esprili, sade bir vatandaştır. Kargaşanın ortasında kalan Doblo devrilecek ve içindekiler halk tarafından linç edilecek derken Alim yatağında, kan ter içinde uyanır. Açık kalan televizyon benzer bir haberi göstermektedir. Korkunun paralel evrenlerde yaptığı bu kısa gezinti Alim’in takıntılı dünyasının çarpıcı girişidir. Gözün gördüğü ve kulağın işittiği her şey insanda iz bırakır. Şahit oldukları artık vücut kimyasında dolaşıma girmiştir. Ancak bu izlerin itkisiyle nasıl harekete geçeceği insanın kim olduğuyla ilgilidir. Majör depresyona yakalanmış biri mi, panik-atak mı, intihara meyyal mi, takıntılı mı, optimist mi? Kısacası muhatap kimdir? Alim’in kim olduğu, yeni edindiği bilgilere verdiği reaksiyonlarla anlaşılır. İç dünyasının ana unsuru ölüm korkusudur. Bu korku, bağımlılık yapan bir madde gibi tahribatı artarak hayatına yayılır. “İdrarınız koyu renkliyse vücudunuzda su eksikliği var demektir.” cümlesi tıptan nasiplenen gündelik muhabbetlerin tespitidir ve Alim’i harekete geçirmeye yetecek derecede korkutucudur. İdrar rengini kontrol edip, sürekli su içmeye başlar. “Sol yanınıza yatarsanız kalbiniz ağrıyabilir.” bilgisinden sonra yattığı yöne dikkat eder. “Kahve içmek kalbe iyi gelir.” cümlesi kahve sevmeyen Alim’i kahvekolik yapar. “Kahve iyidir ama şekerli ise damar tıkanıklığına sebep olur.” eleştirisi ise şekeri bırakma nedenidir. En nihayetinde bir gün televizyonda “LPG’li araçlar sebepsiz de olsa patlayabilir” konulu bir haber izler. Bu haberden sonra artık ne Kemal’in Doblo’suna ne de herhangi bir taksiye binebilir. Evini çalıştığı dükkân ile aynı mahalleye taşır ve yeni apartman komşulukları ile yeni hikâyelerin parçası olur. 
 
Miadını Dolduran İmgeler
İnsanın dış dünya ile kurduğu bağın önemli kavramlarından biri aidiyettir. Aidiyet hem bir topluluğa, bir yere ait olma hem de anlama ve anlaşılma biçimi olarak düşünülmeli. Alim’in kendini ait hissedebildiği mekânlarsa, yaşayacağı (herhangi) bir ev ve on beş yıldır çalıştığı terzi dükkânı. Aidiyet, anlama ve anlaşılma biçimi olarak düşünüldüğündeyse ustası Yakup Bey’e ve “yaralarını” iyileştirme gayreti içindeki Makbule Hanım’a karşı kurduğu bağ öne çıkar. Çehovyen karakterler gibi Alim’in neden yalnız olduğu, bir ailesinin olup olmadığı gibi soruların cevapları saklıdır ve çok da mühim değildir. Çünkü ne zaman başladığı bilinmese de, seyirci Alim’i takıntıları ve korkuları ile vakıa halindeyken tanır. Alim çevresinde olup bitenlerden fazlaca etkilenir. Tehlike varsaydığı her şey için önlem alma ihtiyacı hisseder. Yeni bir apartmana taşınmak LPG korkusuna çare olur ama takıntıları ile baş etmesini sağlamaz.
 
Ev sahibi Makbule Hanım ile Alim’in komşuluklarını güçlendiren de Alim’in yalnızlığında peyda olmuş bu korkulardır. Deneyimlerini birbirlerine sunmaları iki kişi olma gayretinden çok yalnızlığın birbirleri üzerindeki temaşası gibidir. Makbule Hanım olaylar karşısındaki müşfik tavrı ile bir anneyi, ilerleyen yaşını alakası ile süslediğinde albenisi yüksek, özlem yüklü bir kadını temsil eder. Her kime karşılık gelirse gelsin, Alim için güçlü bir bağlılık hissettiği öteki halini alır. Tuhaf olan Alim’in içinde bulunduğu, ait olduğu toplumun dışında kendine yer edinmiş kişilerle aidiyet bağı kurmuş olmasıdır. Makbule Hanım, Fransa’da yaşar ve İstanbul’a zaman zaman gelir. Evindeki yerel unsurlar, üslubunda ve davranışlarında taşıdığı zarafet ile bir İstanbul hanımefendisidir. Yalnızlığının feminizmden beslendiğini “Kirletmek erkeğin doğasında var, bu yüzden bir erkekle aynı evde yaşamaya hiç cesaret edemedim.” cümlesiyle samimi, yalın şekilde ifade edecek ve evinde ayakkabıyla gezecek kadar da Avrupalıdır.
 
Makbule Hanım ne kadar anne temsili ise Yakup Bey de o kadar babadır. Alim’in on beş yıldır yanında çalıştığı Yakup Bey Ermeni asıllıdır. Bir beyefendi nezaketiyle, müşteri karşısına özensiz çıkmayı saygısızlık sayar. Birisi zamanında ayağı Avrupa’ya uzanmış Batılı, modern bir İstanbullunun, diğeri ellilerde Beyoğlu’nda sayıları hayli fazla olan azınlık esnafının, bugünün sosyal dokusundaki iğretiliğine işaret eder. Makbule Hanım ve Yakup Bey yaşadıkları mahallenin geçmişten gelen nostaljik imgeleridir. Yakup Bey’in mesleği olan terziligin ömrü de kendi hayatı gibi tükenmek üzeredir. Terzi dükkânının ya da eski apartmanın yerini, aynı mahallede film boyunca inşasını tamamlayan alışveriş merkezi benzeri binalara devretme zamanı gelmiştir. Bu değiş-tokuş zamanı, terzi dükkânında Yakup’un çöküşünün tasvir edildiği sahne ile açıkça hissedilir. Deforme edilen ortam sesleriyle ezan ve yağmur sesinin birbirine karıştığı bu an filmin en çarpıcı sahnesidir.
 
Mahallenin ismi ile müsemma berberi Celal ise varlığıyla bu yalnızlar ağını parçalar. Ağzından Allah kelâmını eksik etmeyen (!), Makbule Hanım’a olan alakasını kapısını gereksiz bahanelerle çalarak belli eden, adap bilir görünmeye çabalayan bir düzenbazdır. Dizi ve filmlerden alışık olduğumuz ahlâk yoksunu ama dinine düşkün görünen karakterler listesine Berber Celal ile bir yenisi daha eklenir. Celal, Alim ve Makbule Hanım üzerinden önce kurguladığı sonra da kendini inandırdığı senaryoyu ispat etmenin derdine düşer. Berber’in bozuklukları Alim’in anomalilerini masumlaştırır. En çok kendine zarar veren bir adamla (Alim), en ufak bir temas ile vebasını yanındakine bulaştıracak bir adam (Celal) arasında fark vardır. Birinin taşıdığı ahlâksızlıktır, toplumsal etiğe zarar verir. Diğerininki ise bir kuşatma altında kalmadır. Yolculuğu, korkuları ve tedirginliği ile kendi içine doğrudur. Makbule Hanım’a göre ise bir nefes sorunudur Alim’inki. Nefesi düzgün olmadığı için kopuk ve yüzeysel yaşar. İçinde negatif duygular biriktirir. Oysa olumsuz düşünce diğerini kolayca etkisi altına alacak kadar tehlikeli olabilir ve belki bu durum günümüzdeki anomalilerin kaynağı sayılabilir. 
 
Acıya Yeterince Alıştıysanız
Çırak, yarattığı baskın karakterlerin mihmandarlığında her biri kendi başına güçlü birkaç hikâye ile ilerler. Alim kendi korkularıyla baş etmeye çalışır. Makbule Hanım, Alim ile olan muhabbetini ilerletir. Berber Celal, kafasındaki senaryo ile didişmektedir. Bunlar olurken iyice yaşlanan terzi, çırağına bir takım elbise dikmeye niyet eder ve ilk provasını yapar. Filmin sonuna bağlı olacak takım elbisenin akıbeti, senaryonun ümit vaat eden tek parçasıdır. Eğer senaryo izin verseydi terzi Yakup’un dikeceği takım elbise Alim’e yakışabilirdi. İçine bu kadar paranoyanın itinayla yerleştirildiği bir hikâyede, herkesin usulca kendi köşesine çekildiği bir son bile iyimser sayılabilirdi. Ama Makbule Hanım, Alim’i şekersiz kahve ile acıya alıştırma seanslarını tamamlamışken dingin bir son beklemek saflık olurdu.
 
En İyi İlk Film, Umut Veren Yeni Yönetmen, Umut Veren Yeni Senaryo gibi kategorilerde çokça ödülü olan Çırak’ın, bu kategorilerin hakkını teslim ettiği rahatlıkla söylenebilir. Emre Konuk, yazdığı zengin senaryoyu karakter, mekân, diyalog, ayrıntı yaratmadaki başarısı ile sağlamlaştırır. Çırak, kullandığı detayları ve karakterleriyle sahici bir toplumsal portredir. Bugünün seyircisine, kendisini, komşusunu, ailesini, mahallesini kısacası kendi aidiyet çemberine benzer bir çemberi dışarıdan görme imkânı sunar. Bu yüzden Makbule Hanım’ın Alim’e yönelttiği “çok mu acıttım” sorusunun seyirci tarafında da bir karşılığı var. Çırak acıtıcıdır ama acıtıcı olan filmin sonu değil, kendisidir. 
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..