Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
13.07.2017 Genç Karl Marx Devrimci Gençlik Anlatısı Olarak Marx Hüseyin Etil

1980 sonrasında sosyokültürel ve politik alan kelimenin tam anlamıyla bir med-cezir yaşadı. Seksenli yıllarda başlayan geri çekiliş dönemi 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla belirgin hale geldi. Sosyalizmle kapitalizm, ulus-devletle küreselleşme, sanayi toplumuyla bilgi toplumu, savaşla barış, ideolojiyle arzular, üretimle tüketim vs. karşı karşıya getirildi ve ikinciler lehine tarihin sonu ilan edildi. “Son” kalıbı ve tertibatı içinde geçen o dönem, iki binli yıllarla yerini başka bir iklime bırakıyordu. “Ben aştım onları” dediğimiz ne varsa yeniden musallat olmaya başladı. Sosyalizm, ulus-devlet, savaşlar, ideolojiler, üretim ve sanayi, krizler ve isyanlar yeniden gündeme geldi. Liberalizmin erken ilan edilmiş zaferinin iyimserliği geride kaldı, dünya iyimser olmayan bir umut sürecine girdi. Eski defterleri karıştıran müflis tüccar gibi eskileri ve klasikleri yoklamaya başladık.  

Neo-liberalizmin ürettiği eşitsizlikler belirginleşirken kapitalizm 2008 kriziyle bunalımlı bir döneme girdi; sosyal refah, eşitsizlikler, sosyal politikalar yeniden tartışma konusu oldu ve kapitalizm yeniden kritik edildi. Bu süreçte, Thomas Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital eseriyle artan bir şekilde Karl Marx yeniden okunur oldu. Geçen yüzyılın sosyalizm mücadelelerinden oluşan gelenek paranteze alınarak fundemantalist bir eğilimle kurucu isme, “Marx”a geri dönüldü. Marx’ı hayaletleştirenlerin (Derrida) yanında “Marx neden haklıydı” (Eagleton) diye soranlar oldu. Önceleri radikal entelektüeller ve sol örgütler Marx’ı Lenin, Stalin, Troçki, Mao gibi devrimci politik liderlerle birlikte düşünmelerine karşın şimdilerde yalnızca ve başlı başına Marx figürü önem kazandı. Denilebilir ki, Berlin Duvarı’nın yıkıntılarının altından çıkabilen, hayatta kalan ya da kurtarılan sadece Marx oldu.
 
“Yeniden Marx” trendininin son ifadesi ise Raoul Peck’in Genç Karl Marx filmi. Film, Marx’ın 1843 yılı ile Komünist Parti Manifestosu’nun yazıldığı 1848’e kadar geçirdiği sürecin biyografik anlatımı.
 
Belirtmek gerekir ki, biyografi zor bir iştir ve bu türde nadiren iyi film çıkar. Hele bir de Karl Marx gibi hayatı ve eserleri dünya kamuoyu tarafından yakından bilinen bir ismin, hayatının en çalkantılı ve dinamik evresini hikâyeleştirerek sinemaya aktarmak daha zor ve çetrefilli bir meseledir. Filmin yönetmeni yarı-kurgusal, yarı-belgesel tadında ilerlemek suretiyle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmış; ancak ne oranda başarılı olduğu kuşkulu. Sinematografik açıdan filme olumlu değerlendirmelerde bulunmak zor. Film gerek diyalog yapısı gerekse mizansen ve kurgusu itibariyle zayıf kalmış. Hâlbuki politik ve entelektüel bir düşünürün ağzından çıkacak sözlerin ve polemiklerinin daha güçlü olması beklenirdi. Filmdeki Marx’ı izlemenin, Marx’ı okumak kadar keyifli olduğunu söylemek mümkün değil. Öte yandan bizatihi kendisi elitistleşmiş bir isim olan Marx’ın kültür endüstrisiyle popülerleşmesi kaçınılmaz bir biçimde karikatürleşme riski taşıyor. Felsefi derinliği kuşku götürmez 11. Tez’in filmde tüm derinliğini yitirerek karikatürleşmesi gibi.
 
Hegelci Soldan Komünizme 
Film, Marx’ın düşüncesinde bir kırılma anı olarak öne çıkan odun hırsızlığı sorunuyla açılıyor. Bu olayla başlayan Marx’ın düşüncesinin gelişim sürecini kısaca anlatmak gerek. 1842 yılında Ren bölgesinde mülk sahiplerinin seçtiği vekillerden oluşan meclis, odun hırsızlığını angaryayla cezalandıran bir yasa çıkarıyor ve böylece yoksul köylülerin binlerce yıllık ormandan odun toplama pratikleri suç haline geliyor. Marx bu konu hakkında (Hegelci sol ile taşra burjuvazisinin ittifakından oluşan) Ren Gazetesi’nde “Odun Hırsızlığı Üzerine Yasa” adında bir yazı kaleme alıyor. Köylülerin görenek ve gelenek hukuku ile yeni yeni oluşan burjuva hukukunun karşı karşıya geldiği bu durumu Marx, etik-politik yaşam ile özel çıkarın karşılaşması olarak görür. Maddi öğeler ile tinsel öğelerin birbirinin karşısına konulduğu bu düşünce biçiminde çözüm ise Hegelci rasyonel devlet teorisidir. Halkların kutsal tini ile kapitalistlerin ahlâksız materyalizmini karşı karşıya getirdiği bu yazısında Marx, yoksulları ızdırap ve sefalet gibi pasif yanlarıyla tanımlar, yoksulların tarihin öznesi olduğu düşüncesinden oldukça uzaktır.
 
Filmde de anlatıldığı gibi artan devlet baskıları ve sansür karşısında hızla radikalleşen Marx, 1844’te Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin eleştirisine yönelir ve Hegelci soldan uzaklaşmaya başlar. Marx bu eserini Paris’te sürgünde bulunan genç Hegelciler (Arnold Ruge) ile birlikte çıkarır ve Hegelci felsefeyle Fransız sosyalizmini birleştirmeyi amaçlayan Fransız-Alman Yıllıkları’nda yayınlar. İlk defa bu eserinde Marx, ömrünün sonuna kadar sadık kalacağı düşüncesini geliştirir: Toplumun özgürleştirici sınıfı olarak proletarya. Hegel’e karşı soyut ve yabancılaşmış devlet anlayışındansa sivil toplum üzerine okumaya başlar. Politik yabancılaşmadan (devlet) toplumsal yabancılaşmaya (sivil toplum) yönelen Marx 1844 El Yazmaları olarak bildiğimiz çalışmalarını sürdürür. Pasif materyalizm ile aktif felsefe arasındaki karşıtlık ise 1845 yılında meşhur tezler ile son bulur. Ludwig Feuerbach Üzerine Tezler’de Marx, felsefi yabancılaşmaya son verir ve praksis felsefesini geliştirir; “bugüne kadar filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, önemli olan onu değiştirmektir.” Ardından gelen Alman İdeolojisi çalışmalarıyla ise Hegelci solun (“hakiki sosyalistler”) teorik kritiği acımasızca gerçekleştirilip Hegelci spekülatif yönteme karşı tarihsel materyalizm ileri sürülür. Ve tüm bu düşünsel birikimler üzerine proletaryanın tarihin öznesi olarak tarihin maddeci yorumuyla birleşmesinden çıkan Komünist Parti Manifestosu yazılır. 11. Tez’in ufku (“dünyayı değiştirmek”) Manifesto’nun sonunda karşılığını bulur: Başka bir dünya mümkün.
 
Devrimci Genç Marx 
Eleştirel felsefeden felsefenin eleştirisine, burjuva-demokratlıktan devrimci radikalizme, yoksullardan/ezilenlerden proletaryaya, Hegelci soldan komünizme varan bir teorik ve politik hikâye, filmde biyografik bir biçimde anlatılıyor. Ancak filmde hiçbir dönüşüm hikâyesi gözümüze çarpmıyor. Marx’ın düşüncesinin nasıl geliştiğini izleyemiyoruz. Bundan ziyade hiçbir hata payı olmayan asi bir devrimcinin gençlik portresiyle karşı karşıyayız.
 
Marx’a dönüş trendinin yanında, 68 olaylarından günümüze artarak gelen bir başka eğilim daha var, o da “Genç Marx”a dönüş eğilimi. Yönetmen de bilinçli olarak (verdiği röportajlardan bunu biliyoruz) sakallı olgun Marx’ın karşısına genç Marx’ı çıkarıyor. Marx sonrası Marksizmler içinde birbirine zıt iki Marx imgesi hep mücadele içindedir. Bu mücadelede eleştirel Marx ile bilimselci Marx birbirinin karşısına konulur. Daha sonraları bahsini bilimselci Marx’a koyan Althusser, Freudyen bir okumayla eleştirel Marx’ı “Genç Marx” olarak tarif etmiştir. Öznelcilik ile nesnelcilik, Kapital’in yazarı bilimselci Marx ile Komünist Parti Manifestosu’nun politik figürü arasındaki ayrımlar içinden söylersek yönetmen, Paris 68’in genç isyancıları gibi Althusser’e karşı Genç Marx’ı sahiplenir. Filmin sonunda Marx’tan sonrasında neler olduğu anlatılırken öğrenci hareketlerine değinilmesinin yanında, Sovyet ve Çin’deki tarihsel olaylara atıf yapılmamış olması yönetmenin tavrını net olarak ortaya koyuyor.
 
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Ortodoks Marksizm’e karşı anarşizmin güçlendiğini ve anarşistleşmiş bir Marx algısının geliştiğine tanıklık ettik. Marksizm’e yapılmaya çalışılan anarşizm aşısının izlerini filmde de izlemek mümkün. Sınıfsal eşitsizliklere karşı olan ve proletarya diktatörlüğünü savunan otoriter Marx’ın yerine, filmde her türden otoriterizme karşı (feodalite, baba, devlet, bürokrasi, aile vb) radikal anarşist bir düşünür izlenimi veren Marx imajını görüyoruz. Yetmişlerle Marksist sol üzerinde etkisini hissettiren anarşizmin filme etkisinin yanı sıra diğer bir etkinin de feminizmden geldiğini tespit etmek gerek. Jenny Marx ve Maria Burns’ün öznelliğe sahip güçlü kadın karakterler olarak kurgulanması ve dahi Maria’nın mücadeleden geri durmamak için çocuk yapmak istemediğini belirtmesi feminizme selam çakmak anlamına geliyor. Anarşizm ve feminizm atıflarının yanı sıra Weitling ve Proudhon’un Marx’a yönelttikleri dogmatik Marksizm eleştirileri filmin içine düştüğü anakronizmi güçlendiriyor ve yönetmenin kafasının tam olarak Berlin Duvarı’nın yıkılmasından mı, Sovyet deneyiminden mi suçluluk duyduğu konusunda karışık olduğunu bize gösteriyor.
 
Filmin altını çizmek istediğim bir niteliği ise, tarihsel kişiliklerin hayat öykülerinin anlatımında göze çarpan “deha mitleştirmesine” düşmeyerek Marx’ı sıradan bir insan gibi anlatması. Burjuva bireyciliğinin kişilik fetişizmi yerine yönetmen, Frederich Engels ismini öne çıkararak kolektivizmin altını çiziyor. Engels ve Marx arasındaki ilişki tarihte eşine az rastlanır bir birlikteliktir. Biliyoruz ki, Engels Marx’ın sadece maddi açıdan değil; teorik olarak ekonomi-politiğin eleştirisine yönelmesinde, politik anlamda ise komünistleşme sürecinde ve örgütlenme sorunları meselelerinde tamamlayıcısı olmuştur. Marx bir deha değildir; Almanya’daki felsefi, Fransa’daki siyasi ve İngiltere’deki ekonomi-politik birikim üzerinde yükselmiş bir isimdir. Bu entelektüel tarihin yanında 1830’larda Lyon’da, 1844’te Silezya’daki dokumacılar ve 1848’de Avrupa’nın pek çok bölgesinde vuku bulan toplumsal ayaklanmalar gibi toplumsal tarihin de düşüncesinin gelişiminde payı büyüktür. Filmde mezkûr toplumsal tarihin ve özellikle de işçi sınıfının Engels’in babasının sahip olduğu fabrika dışında gözükmemesi ciddi bir sorun olsa gerek.
 
Devrimci yükseliş döneminin yeterince vurgulanmamış olması filmde kopukluklara neden oluyor. Neden Komünist Parti Manifestosu’nun hızlıca yazılmaya çalışıldığı anlaşılamıyor. Ayrıca Adalet Birliği’nden Komünistler Birliği’ne, “Bütün insanlar kardeştir.” anlayışından “Dünyanın bütün proleterleri birleşin!” sloganına dönüşüm, filmde anlatıldığı gibi Marx ve Engels’in bir darbesiyle gerçekleşmemiştir. Filmin bir başka karikatürize yönü de bu noktada gözümüze ilişiyor. Manifesto bir yandan Marx ve Engels’in hem politik hem de teorik düzlemlerinde zanaatçı, romantik, gerici, muhafazakâr, mistik, idealist ve ütopik olarak gördükleri sosyalist gruplara, diğer yandan da Avrupa’da yaklaşan devrimci sürece cevaben kaleme alınmıştır. Küçük burjuva sosyalizminin karşısına devrimci proletaryanın komünist bakış açısı yerleştirilir ve böylece yardım derneklerinden devrimci partiye geçiş gerçekleşir. Bu değişim ciddi bir örgütsel mücadele içinde gerçekleşir, filmin resmettiği gibi sansasyonel bir şekilde değil.
 
Bitirirken son bir notu da Türkiye solunun Genç Karl Marx filmini algılama biçimi üzerine düşmek gerekiyor. Türkiye’deki sol hareketlerin Leninist ve Maocu karakteri göz önüne alındığında politik ve devrimci Marx’ın filmde öne çıkarılması sahiplenilecektir. Halihazırda sol hareketin Jön-Türklerden Ey Türk Gençliği’ne oradan Dev-Genç’e uzanan tarihsel hafızasında gençlik ve devrimcilik aynı anlama gelmek üzere kullanıldığı için, genç Marx’ın devrimci portresi (film kötü bulunsa dahi, politik olarak doğru olduğundan) olumlu karşılanacaktır. 
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..