Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
06.11.2017 Çavdar Tarlasındaki Asi Sahtelikten İnzivaya Kaçış Ayşenur Gönen

Çavdar Tarlasındaki Asi Amerikalı yazar Jarome David Salinger’ın (1919-2010) hayatını konu alan tipik bir biyografik film. Filme doksan bir yıllık ömrün fragmantal bir özeti denilebilir. Yazarın eserlerindeki anlatım zenginliğini yansıtabildiğini söylemek zor. Çavdar Tarlasındaki Asi ismiyle benzerlik kurduğu ve yazılış hikâyesini anlattığı romanın aksine, sıradan ve kalıplara bağlı bir anlatımı seçiyor.  

Salinger (Nicholas Hoult), hayatında iki defa büyük şöhrete kavuşmuş bir yazar. İlki sanatı ikincisi ise münzevi hayatı ile. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın (1951) yayınlanmasının ardından gelen ünü uzun soluklu olur. O günün eleştirmenlerinin vurguladığı gibi, roman Amerikan halkının bilincini yakalar ve tüm dünyada sevilen kültürel bir fenomene dönüşür. Ama ikinci ününün, yani sıra dışı hayatının rüzgârı Salinger’ın ömründen daha uzundur. Yedi sene önce ölen yazarın yeniden ve hayatıyla gündemimize girmesi, şöhretinin hâlâ sürdüğünün göstergesi.
 
Salinger’ın hayatını tek cümleyle özetlemek gerekirse, sahteliklerle dolu bir dünyada gerçeği arayış hikâyesi denilebilir. Babası (Victor Garber) öğrenim hayatında başarısız bulduğu oğluna hiçbir zaman inanmamış. Yaratıcı yazarlık eğitimi alma kararını kendisine açıklayan genç Salinger’a, “İnsanlara anlatacak bir şeyin olduğunu da nereden çıkarıyorsun?” der ve yazdıklarını asla yayımlatamayacağını söyler. Salinger’ın babasıyla yıldızları hiç barışmaz. Yazarlık hayalinin ilk destekçisi ise annesidir (Hope Davis). Oğluna bütün kalbiyle inanır ve onu bildiği yolda ilerlemesi için cesaretlendirir. Salinger bu yüzden Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı annesine ithaf eder. Bu iki karakter filmde gerçek ve sahtenin iki temsili gibidir. 
 
Hangisi Gerçek Hangisi Sahte
Yazarın hayatından filme konu olan kesitlerde ve senaryonun akışa düğüm attığı sahnelerde şu kelimeye sıkça rastlıyoruz: sahtekârlık. Salinger’ın insanlara anlatacak tek bir şeyi var: Toplumunun içinde yüzdüğü yüzeysellik ve sahtelikler dünyası. Yönetmen Danny Strong da sahtekârlık teması üzerinden bir atmosfer yaratmaya çalışmış. Filmin önemli sekanslarındaki replikler bu tema etrafında dönüyor.
 
Senaryo istediği etkiyi elde etmiş gibi görünmüyor ama elimizde bir gerçek var: Salinger sahtelikten, gösterişten, yüzeysellikten ve sığlıktan ölesiye nefret eden bir yazar. Ne var ki yazarın sahtelikle ve sahtekârlıkla imtihanı hiç bitmez. Sevgilisinden ilk tokadı yerken şu ithamla karşılaşır: “Sahtekâr.” Filme adını veren romanını yayıncıya sunduğunda aldığı ilk cevap şöyle olur: “Holden gerçek biri gibi değil. Alaycı ve aşırı küstah. Hatta deli. Bu karakter yazarını şey gibi gösteriyor, sahtekâr”.
 
Hikâyelerinin yayın hakkının dönemin en itibarlı yayıncısı tarafından satın alınıp yayınlamaya başlamasının ardından gelen şöhret sahtelik/gerçeklik sorgulamasını daha da karmaşıklaştırır. Kitabının kazandırdığı ünle ve parayla birlikte henüz yirmili yaşlarının başındaki Salinger kendini gösterişçi burjuva dünyasının ortasında bulur.
 
Salinger’ın inzivaya çekilmesine temel teşkil eden buhranların yaşandığı dönemdir bu. Çocuklarının annesi olacak ikinci eşiyle ve Budizmle aynı yıllarda tanışır. Ama onu inzivaya sürükleyen travmanın asıl aktörü askerlik yıllarında yaşadıklarıdır. Salinger henüz şöhrete kavuşmadan önce İkinci Dünya Savaşı’na katılmış, Pearl Harbor’da cephede çarpışmıştır. Savaş travması ömrünün sonuna kadar yakasını bırakmaz. İnzivası şehir hayatının uzağında kalmakla sınırlı kalmaz. Aynı evin içinde yaşadığı eşi ve çocuklarıyla bile doğru dürüst iletişim kuramaz. 
 
Yazmak mı Yayınlatmak mı
Salinger’ı ölümsüzleştiren ve sanatıyla birlikte anılan hayatının mimarı olan bir isim var. Filmin ikinci kahramanı da o: Columbia Üniversitesi yaratıcı yazarlık okulundaki hocası ve yazarın kısa hikâyelerinin ilk yayıncısı Whit Burnett (Kevin Spacey). Bu adam Salinger’a ilk defa “Sen bir yazarsın” diyen ve ilk telifini veren kişi.
 
“Yazmak mı, yayınlatmak mı önemli?” sorusu 1950’lerin Amerika’sında hayati bir anlam taşır. Amerika’da o yıllarda bile iyi bir yazar zengin bir insan demek. Bizde son yıllarda görülmeye başlanan yazarlık okulları 1940’ların Amerika’sında üniversitelerde akademik kimlik kazanmış bir alan. Salinger gerçek bir yazar olmanın ve hayatını yazarak kazanmanın yolunun üniversiteden geçtiğini bilir. Okuldaki ilk günlerinde hocası Whit Burnett’ın şu sorusuyla karşılaşır: Ömrün boyunca yayınlatamayacağını bilsen yine de yazar mısın? Bu sorunun çetin bir cevabı vardır. Yıllar sonra yazdıklarını yayınlatmama kararı almasının gerisinde bu ikazın izinin bulunmadığını söyleyebilir miyiz?
 
Burnett, başlangıçta Salinger’ın hikâye-lerini yayınlamayı defalarca reddeder, diğer yayıncılar gibi. Birkaç küçük sürpriz sayılmazsa, Salinger’ın yazarlık serüveni, savaş yıllarına kadar tıpkı babasının öngördüğü gibi tam bir fiyaskodur. Ama hocası, başta bunu hissettirmese de ona başından beri inanır. Salinger’ın kısa hikâye karakteri Holden’ın, bir roman kahramanı olması gerektiğini düşünmektedir. Bıkmadan usanmadan yazarı roman yazmaya ikna etmeye çalışır. Askerdeyken sık sık mektuplaşırlar. Mektuplarının konusu bu romandır. Whit Burnett sonunda başarır. Salinger’ı romanı yazmaya ikna eder.
 
Savaş günlerinde hocasının ısrarıyla yazmaya başladığı roman, o zor günlerinde Salinger’ı hayata bağlar. Yazar, yıllar sonra kendisini eleştiren yayıncılarla yaptığı bir toplantıda, neredeyse konuşmayı bile unuttuğu savaş yıllarında, cephe gerisinde bu romanın sayfalarını yazmayı sürdürdüğünü ifade edecektir.
 
Kaderin cilvesine bakın ki roman yayınlandığı sırada Salinger, akıl hocası Burnett’a küskündür. Bu küslük yıllarca sürer. Ta ki günün birinde hocası inzivadaki yazardan bir önsöz isteyene kadar. Görüştüklerinde ise hocası eserine, yani Salinger’ın hayatına son fırça darbesini vurur. “Burada dünyadan uzakta hiçbir şey yazamazsın. Franny ve Zooey de zaten din dersi kitabına benziyor”.
 
Bu uyarı bir çeşit sahtelik ithamı gibidir. Salinger bir defa daha kendine bakar, yine vazgeçmenin eşiğine gelir. Hayatında terk edebileceği tek şey kalmıştır: yazdıklarını yayınlatmak. Belki de her şeyi başlatan o soruyu hatırlamıştır. “Asla yayınlanmasa bile yine de yazar mıydın?” Salinger bu görüşmeden sonra editörüne bir daha herhangi bir şey yayınlamama kararı aldığını söyler. Dediğini yapar ve 1965 yılında henüz kırk altı yaşında ve şöhretinin zirvesindeyken yazdıklarını yayınlatmaktan vazgeçer. 27 Ocak 2010’da, ABD-New Hampshire’daki evinde hayata veda edene kadar da kararından geri adım atmaz. 
 
Amerikan Yayın Dünyası
Çavdar Tarlasındaki Asi yazarın ruhunu yakalamaktan, gönüllere taht kuran bir yapıtı anlatmaktan uzak, vasat bir film. Bunun yanı sıra kısmen de olsa tasvir edebildiği başka bir dünya var: yayıncılık sektörü. Yayıncılık sektörünün yazarların bakış açısından nasıl göründüğü, eserlerini ve yayın hayatlarını nasıl şekillendirdiği de ele alınıyor.
 
Bugün Türkiye’de yayıncılığın sektör hâlini aldığını söylemek hâlâ zor. Yazdıklarını yayınlatma başarısı kişisel ilişkiler, ahbaplık-dostluk bağları ile doğru orantılı. Yazarak hayatını kazanmak ise -bir iki istisna dışında- gerçeklikten uzak bir durum. Amerika’da ise daha 1940’larda yazarlık okullaşmış, akademide yer bulmuş bir meslek grubu. Yayıncılar sermayeden pay alma, pay dağıtma noktasında önemli aktörler. Yazarlar varlıklarını büyük yayın gruplarının himmetine borçlular. Bir yazar için bu dünyaya kendini kabul ettirebilmekse her şey demek. Kabul görmek veya dışlanmak yazarın patronluk müessesesiyle ilişkilerine bağlı. Film yazarın hayatını anlatırken, yayıncılık sektörünün dinamiklerini de fena özetlemiyor.
 
Salinger’ın yayıncılık sektörüyle ilişkileri karmaşık. Yerleşik kalıpları zorlayan bir yazar olarak yerini bulması zaman almış. Kabul görüp şöhrete kavuştuğu, yayıncıların peşinden koştuğu bir dönemde her şeyi bir kenara bırakıp küskünler kervanına katılmasının gerisinde bu zorlu sürecin yarattığı yorgunluğun büyük payı olsa gerek.
 
Yazarın küskünlük döneminden sonra yazıp yazmadığı hakkında bilgimiz yok. Film yazarın hayatının bundan sonrasıyla ilgili hiçbir ipucu vermez. Bu tarihten itibaren yazar ne bir roman ne bir hikâye yayınlar ne de -1980 senesindeki küçük bir istisna hariç- kimseye röportaj verir. Tam bir sessizliğe gömülür. Modernizm çıkmazı içinde yitip giden bireyin çığlığı olan Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın karakterleri gibi. Ama Çavdar Tarlasında Çocuklar’da yakaladığı yenilikle Amerikan edebiyatında çığır açan yazarlar arasındaki müstesna yerini alır. Salinger, Amerikan edebiyat tarihinde John O’Hara (1905-1970), Vladimir Nabokov (1889-1977), Jack Kerouac (1922-1969) gibi 1950’li yıllar romancılığında “zengin ama uzaklaştırılmış” yazar kuşağı arasında değerlendirilmektedir.(1)
 
 
(1) Türkan Gözütok, “Modernizmin Kayıp Çocukları”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/1 Winter 2011, ss. 1167-1179.
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..