Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
11.03.2018 En Karanlık Saat Kahraman Olmak İçin Kaç Karanlık Saat Gerekir Yasin Aydınlık

Winston Churchill’e gösterilen ilgi hiç azalmıyor. Sadece son birkaç yılda, Churchill: 100 Days That Saved Britain (2015), Churchill’s Secret (2016) ve Churchill (2017) gibi vasat sinema ve televizyon filmleriyle birlikte, Netflix’in iddialı dizisi The Crown (2016) da dünya tarihinde derin izler bırakmış İngiliz siyasetçinin hayatından kesitler sundu. Mevcut Churchill enflasyonunda, Brexit süreciyle ortaya çıkan emperyal dönüşün de etkisi var muhakkak. Ancak ölümünün üzerinden on yıllar geçse de, ülkesini Nazizm ve komünizm gibi iki büyük tehlikeden korumayı bilmiş “ulusun babası” imajının çoğu İngilizin gözünde pek değişmediği de bir gerçek. 2002’de BBC tarafından düzenlenen bir ankette, gelmiş geçmiş en büyük Britanyalı seçilmesi de bunun göstergesi. Bununla birlikte, Sir Winston Churchill’in aslında vahşi bir emperyalist, iflah olmaz bir ırkçı ve azılı bir savaş suçlusu olduğuna dair değişmeyen bazı gerçekler de var. Güçlü hitabeti ve hamasi cümleleriyle süslü anaakım Churchill anlatılarında ısrarla görmezden gelinen karanlık gerçekler bunlar. İngiliz yönetmen Joe Wright da son filmi En Karanlık Saat’te bu gerçekleri yeni bir emperyal fanteziyle ikame etmeye çalışıyor. 

Hikâye malum: 1940’ın Mayıs’ında, Nazi Almanya’sının taarruzu altındaki Batı Avrupa çöküşün eşiğindedir. Birkaç ay öncesinde İngilizlerle birlikte Almanya’ya savaş ilan eden Fransa işgal edilmiş, uzunca bir süre daha savaşa girmeyecek Birleşik Devletler ise tarafsızlığını korumaktadır. Her an saldırı tehdidi altında bir çıkış yolu arayan Britanya İmparatorluğu’nda, Nazi saldırganlığı karşısında pasif politikaları yerden yere vurulan başbakan Neville Chamberlain istifasını sunar. Muhafazakâr Parti’nin yeni başbakan adayının kim olacağı ve kurulacak kabinenin güvenoyu alıp alamayacağı büyük merak konusudur. Monarşinin, partinin ve muhalefetin ittifakla adaylığını desteklediği Lord Halifax görevi kabul etmeyince geriye tek bir seçenek kalır: Kraliyet Donanması’nın siyasi lideri Winston Churchill. Pek de iyi hatırlanmayan askeri ve siyasi geçmişi, Churchill ismini kendi partisinde dahi güvenilmez kılar. Kral VI. George’a göre ise o, muhakeme yeteneğinden bile yoksundur. Şahsına yönelik bu çekinceler yetmezmiş gibi, göreve başlamasının hemen ertesinde hayati bir karar vermek zorunda kalır. Dunkirk sahilinde ölüm kalım savaşı veren Kraliyet Ordusu’nu kurtarmak için ya Hitler’le müzakere masasına oturacak, ya da imparatorluğun çıkarlarını korumak adına sonuna dek savaşacaktır. Parlamentoya kan, meşakkat, gözyaşı ve terden başka vaat edecek bir şeyi olmadığını ilan ettiği o meşhur güvenoyu konuşması, yeni başbakanın içine düştüğü ikilem karşısında alacağı tavrı da özetler gibidir.
 
Filmin bundan sonrası, Churchill’in hem rakibi hem de kabine arkadaşı Halifax’in politik oyunlarına rağmen müzakereyi reddedip savaşa devam kararlılığıyla verdiği mücadeleye odaklanır. Churchill için müzakere ihtimal dahilinde değildir; çünkü dünya, en büyük insanlık suçlarını işlemekten çekinmeyen bir canavar, tarihin sayfalarını kirleten ruh emici bir zorbayla karşı karşıyadır. Zafer elde etmeden hayatta kalmanınsa imkânı yoktur. Yönetmen Wright tüm ideolojik yatırımını Churchill’den yana ve Halifax karşıtlığı üzerine yapar. Görünürde barıştan yana olan Halifax’in aslında tek derdi İngiliz çıkarlarıyken, Churchill tüm insanlığın çıkarlarını savunmak için savaş kararı alır. Almanlar Paris’e ilerlerken yaptığı radyo konuşmasında da vurguladığı gibi, Churchill’in davası özgürlüktür. Ancak ilginçtir, 1930’larda Adolf Hitler’in anti-komünizmine övgüler düzen, Benito Mussolini’ye “yaşayan en büyük kanun koyucu” diye hitap eden de aynı Churchill’dir, General Franco’yu partizanlarla mücadelesinde destekleyen de. İtalya’nın Etiyopya’yı işgal edip yüz binleri katletmesi Churchill için sorun teşkil etmez çünkü emperyal yayılmacılığın doğasının gereğidir. Tam da aynı sebeple, Amerika’nın kızılderililerine ya da Avustralya’nın siyah halklarına yapılanların yanlış olduğunu kabul etmeyi reddeder. Güçlü ve üstün olan ırkın gelip, aşağı olanın yerini almasından doğal bir şey olmadığını savunur. Beynelmilel Yahudiler olarak adlandırdığı komünistlerin tehlikelerinden dem vurup Ulusal Yahudiler olarak nitelediği Siyonistleri destekleyerek anti-komünizmine anti-semitizmi ekler. Aslında Churchill için tek problem, Hitler’in kendine biçilen anti-komünist misyonuyla yetinmeyip Avrupa’yı fethetme hayallerine kapılması gibidir.
 
Halifax’e göre ise ülkenin içinde bulunduğu asıl tehdit, Churchill’in ne pahasına olursa olsun savaşa girme ısrarındaki romantizmdir. Eğer kaçınmak mümkünse bir savaşı sürdürmede kahramanlık, ölümde ya da zaferde vatanperverlik aramak beyhudedir. Hele ki ölüm daha yakınsa. Avrupa artık kaybedilmiştir ve Krallık yenilginin eşiğindeyken savaşı kısaltabilme adına müzakere yolu aramanın utanç verici bir yanı yoktur. Wright bu eleştirileri tartışmaya açmadığı gibi Halifax’i çaresizlik içerisinde barış için debelenen bir korkak gibi resmeder. Ancak savaşın gidişatı kötüleştikçe, Churchill’in savaş çağrısına itirazlar yükselir. İşte tam bu noktada yönetmen, Churchill’i yüce bir kahramana dönüştürecek ideolojik manevrasını yapar. Kral, iki hafta öncesine kadar muhakeme yeteneğini sorguladığı Churchill’e sürpriz bir gece ziyaretinde bulunarak savaşa devam etme hususunda koşulsuz destek sunar. Parlamentoda köşeye sıkışmış başbakana tavsiyesi, vaziyeti tüm çıplaklığıyla anlatarak halkına danışmasıdır. Bu tavsiyeye uyan Churchill, altmış beş yaşında ilk kez metroya biner, dakikalar içinde yolcularla sıcak bir ilişki kurar ve onlarla şakalaşır, dertleşir. Politik doğruculuğa dair en ufak detayın bile atlanmadığı sahnede, Hitler’le masaya oturup oturmama konusundaki fikirlerini sorduğunda, bir vagon dolusu insan Churchill’e tek bir ağızdan cevap verecektir: Asla! Halkının desteğini de arkasına alan Churchill’in artık tehditlere pabuç bırakacağı yoktur. Bu kararlılık, Churchill’in iktidarını sağlamlaştıracağı gibi Britanya’ya zafere giden yolu da açar.
 
Joe Wright’ın absürde varan metro sahnesi, sonunda yaşlı başbakanı ağlatmadı yalnızca. Türkiye’den de bir liderin zor zamanda halka nasıl indiğini ibret ve gözyaşlarıyla izlediğini itiraf eden duayen eleştirmenler oldu. İrlanda meselesinde, kadın hareketine karşı ya da işçi grevlerine şiddetle karşılık vermiş bir otoriterden demokrasi dersi almamız bekleniyordu herhalde. Savaşlarda zehirli gaz kullanımını insani olduğunu iddia ederek savunmaktan utanmamış, İngiliz ve Anzak esirlere yapılanları duyduğunda kadın veya çocuk demeden tüm Japonların yeryüzünden silinmesi gerektiğini beyan etmekten çekinmemiş bir liderden insanlık dersi almalıydık belki de. Nitekim Hiroşima ve Nagazaki’de bu arzusuna kısmen kavuşan Churchill, zaten kazanılmakta olan bir savaşta sivillerin sebepsiz yere öldürülüşünü ilk alkışlayanlardan olmuştu muhtemelen. Benzer şekilde, savaşın bitimine sadece birkaç ay kala, Kraliyet uçaklarının yoğun bombardımanıyla Dresden’de on binlerce sivilin yanarak ölmesine neden olan emri verirken de sadece intikam duygusuyla hareket edecekti. En Karanlık Saat’te Wright, bütün bunları bir kenara bırakıp savaşın mucizevi anlarından birine odaklanarak huysuz ama sempatik, aristokrat ama halkıyla iç içe haylaz bir çocuk olarak resmettiği “büyük İngilizi” takdir etmemizi bekliyor. Ancak Richard Seymour’un da dediği gibi, baktığımız her yerde Churchill’in ağzından kan damlayan yüzüyle karşılaşıyoruz. Ve bu kanlı yüzü, Gary Oldman’ın plastik makyajı bile kapatamıyor. 

 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..