Söyleşi
Erdem Tepegöz SÖYLEŞİ:Aybala Hilâl Yüksel “Zeynep, bir insan hayatı koskocaman evrende kozmosta bir tane bile değil. Ama onun içine girdiğimiz zaman o tanenin içine onlarca duygu, onlarca çatışma, onlarca hayal, mücadele görüyoruz. Mikro ve makroyu aynı skalada aynı düzlemde göstermek; filmin ana amaçlardan biri de bu.”
21.01.2014 “Zerre İçinde Çok Büyük Bir Bütünlük Saklıyor”

 

Erdem Tepegöz'ün ilk uzun metrajlı filmi Zerre !f İstanbul'da gösterildi. Film Altın Portakal’dan sonra Malatya Film Festivali’nde de isminden söz ettirmiş ve her iki festivalden de ödüllerle dönmüştü. Film hasta kızı ve yaşlı annesi ile Tarlabaşı’nda yaşayan, bir tekstil atölyesinde çalışan ve temel ihtiyaçlarını dahi zorlukla ikame eden Zeynep’e yakından bakıyor. Malatya’da görüştüğümüz Erdem Tepegöz ile “zerre”nin evrendeki yerini, filmin beklenmedik finalini, saf gerçeğin kurmacayı nasıl beslediğini konuştuk.

 

Hikâye nasıl, ne zaman ortaya çıktı? Ne zamandır üzerinde çalışıyorsunuz?

 

Zerre’nin öyküsü yaklaşık iki yıl önce başladı benim kafamda. Deneyimlediğim bir hayat kesitini anlatmak istedim. Bunun bir karakter sineması olmasını tercih ettim. İki yıl önce başlayan süreçle bu karakterin hayat kesitinin çokluğun içinde ne kadar yer işgal ettiği ile ilgili bir sorgulama süreciyle başladı. Yaklaşık bir yıl önce çekime başlayana kadar bir gelişim süreci gösterdi. Bir aylık çekim süreci sonrası bugünlere geldik.

 

İlk filmini çeken yönetmenler genellikle kendi hayatlarından bir hikâye ile yola çıkıyor. Siz farklı bir yol izliyorsunuz. Bunun olumlu ve olumsuz ne gibi getirileri oldu?

 

Tabii kendi hayatımdan veya yaşadığım çevreden oluşan bir öykü değil bu. Bunun avantajı şu oluyor. Başka bir hayata odaklanıyorsunuz. Başka bir hayatı deneyimliyorsunuz. Onun yaşadığı çatışmaları sorunları, mücadeleyi kendinizmiş gibi yaşamaya çalışmak bana çok heyecan veriyor. Sinemanın sihrini orada hissediyorum öyküyü tasarlama aşamasında. Tabii dezavantajları da var. Detayları tasarlamak için çok fazla gözlem yapmanız gerekiyor. O anlatacağınız karakterin hayatına bir şekilde dâhil olmanız lazım ki o gerçekçiliği çıkartabilesiniz. Örneğin fabrikalardaki sahnelerin filmdeki gerçekçi hissiyatta olması, atölyelerin öyle bir atmosfere sahip olmasının sebebi uzun soluklu bir gözlemdir. Sadece film için olan bir gözlem değil benim önceki işlerimde tecrübe etiğim mekânların bende birikmesi sonucu çıktı öykünün parçaları.

 

Belgesel projesi miydi daha önce çalıştığınız?

 

Daha önce ben birçok belgesel projesi yaptım. Kendi yönetmenliğini yaptığım belgeseller de vardı. Başka belgesel projelerine de dâhildim. O yüzden Avrupa’da çok dolaştım. Anadolu’yu komple gezdim. Güney Amerika taraflarına çok gittim. Orada çalışan işçileri, halkı, yoksulları, alt sınıfları, toplumun farklı kesimlerinden birçok insanı gözlemleme fırsatı buldum. Direk kameramı oraya çevirdiğim için onlar bende tortu olarak kaldı mutlaka. Şimdi bunları kurmacayla dökmeye başlayacağım gibi gözüküyor.

 

İşçi hakları, kentsel dönüşüm, fuhuş, organ ticareti… Film pek çok toplumsal meseleye dokunuyor; ancak aslında Zeynep’in hikâyesini anlatıyor. Bu mesafeyi nasıl korudunuz? Konunun dağılmasından endişe etmediniz mi?

 

Tabii doğru Zeynep’in çatışması ile birlikte başka olgulara şahit oluyoruz. Bu sorunu şöyle aşabildim. Sadece Zeynep’e odaklandım. Sadece karaktere odaklananınca karakter bu olaylarla kesiştiği ölçüde biz de bu olaylarla kesişiyoruz. Karakter doktorla karşılaştığı zaman doktorun nasıl bir doktor olduğu veya karakter işçi başları ile bir masada oturunca o işçi başlarının amaçlarına, küçük dünyalarına şahit oluyoruz. O dramanın içinde kaybolma riskini karaktere sıkı sıkıya yapışarak aşmaya çalıştım.

 

Sinemamızda son dönemde toplumsal bir meseleden yola çıkan çok fazla film var; özellikle de festivallerde. Büyük çoğunluğunda bir mağdur dilinin ağır bastığını gözlemliyoruz. Siz bundan nasıl kaçındınız?

 

Ben Zeynep’i hep güçlü bir karakter olarak gördüm. Benim sokakta gözlemlediğim insanlar da başlarına kötü bir şey geldiğinde filmlerdeki gibi ben ne yapacağım, aman ne edeceğim hiç öyle bir şeyle karşılaşmadım. Dışarıda hayat bence daha sert. Bir insan bir çatışmayla, sorunla karşılaştığı zaman çok kısa süre belki ağlayıp sızlanabilir. Ama ondan sonra hemen mücadele etmeye başlaması veya yenilmesi lazım. Bir yolu tercih etmesi gerek. Zeynep’te de bu benim istediğim bir şeydi. Karakter bana bunu dayattı. Ben mücadele etmek istiyorum diyordu bu karakter. Yılmak veya ağlamak veya yenilmekten öte bir an bile sızlanmadan ayakta kalması gene bir yemek bulması, bir iş bulması lazım. Böyle bir lüksü yok. Ağlamaya lüksü yok açıkçası zamanı yok.

 

Belki de kendi hikâyeniz olmaması bu konuda bir avantaj, mesafeyi koruma açısından…

 

Mesafeyi korumak anlamında, karakterle konuşabilmek anlamında benim için daha iyi oluyor. İnsan kendiyle ilgili ne kadar konuşursa konuşsun öznel bir bakış açısı geliştirebiliyor. Ama ben Zeynep’le konuştuğum zaman, şurada bunu nasıl yaparsın diye sorduğum zaman o bana kendi doğrularını dayatabiliyor. Ben beğenmesem bile, istemesem bile. Belki ben tekrar o saldırıya uğradıktan sonra o işçi başının odasına gidemezdim. Ama Zeynep bana bunu sorduğum zaman bana hayır oraya gidip o telefonu açmak zorundayım dedi. O şekilde onu oraya sokabildim. Zeynep’in karakter profili aslında filmin ana damarını oluşturmuş oluyor.

 

Çok vurgulanmıyor tabii ama bir sekansta Zeynep’in bir evren belgeseli izlediğini görüyoruz televizyonda. Burada o galaksilerden bakarak Zeynep’in (zerrenin) küçüklüğüne mi, yoksa “zerre”nin devasa dünyasından büyük resme mi işaret ediyorsunuz?

 

Zerre öyle bir kelime ki içinde çok büyük bir bütünlük saklıyor; hem de çok küçücük bir parçayı barındıran bir kelime. Filmde birçok yere bu metaforları gizledim ben. Sokak lambası planında yukarıda yıldızlar gözükürken aşağıda toz zerrelerin gözükmesi, işçi başlarının masa başında küçücük dünyasal hesaplarıyla mücadele ederlerken onların üstünde toz zerrelerinin uçuşması -sanki onlar da o toz zerresi gibi… Zeynep, bir insan hayatı koskocaman evrende kozmosta bir tane bile değil. Zeynep’in hayatındaki parçacıklar anlamsız ve rastgeleymiş gibi gözüküyor. Ama onun içine girdiğimiz zaman o tanenin içine onlarca duygu, onlarca çatışma, onlarca hayal, mücadele görüyoruz. O aslında mikroyu ve makroyu aynı skalada aynı düzlemde göstermek; filmin ana amaçlardan biri de bu. Alt metinlerden biri de bu.

 

Film Zeynep’in mücadelesinin anlamını vurguluyor. Peki, buradan şöyle bir sonuç çıkarabilir miyiz? Sizin için büyük resimde mücadelenin yani umudun olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

Açıkçası ne umuda hizmet ettiğini ne de umutsuz olduğunu söyleyebilirim. Bunu sonlandırmak veya bir yere bağlamak istemiyorum. Filmde de zaten öyle yaptık. Benim amacım burada bu hayatı belli bir kesitte şahit olmak, o hayatı deneyimleyip oradan almak istediğimiz duygu ve mesajı alıp öyküden çıkmak. Umut hiçbir zaman tükenmez tabii ki umut var. Başka bir yerde patlayan havai fişekler başka bir hayat boyutunun olduğunu gösteriyor. Remzi’nin daha bozulmamış umudu ufacık bir ışık da olsa… Biraz umut oranı yüksek bir şekilde bitti film. Ama bunların çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Öyküye çok kurban gitmemekten yanayım. Aslında bu biraz da izleyiciye bağlı olacak. Nasıl bitirmek isterse kafasında biraz da öyle bitecek.

 

Biraz filmin sonunu konuşalım istiyorum. Bu final sahnesi senaryoda en baştan yazılmış mıydı? Yoksa süreç içinde mi ortaya çıktı?

 

Bu film tabii ki çok daha uzun da olabilirdi. Zaten filmin bu noktasında alacağımızı aldık bu hayatı deneyimledik bu duygulara şahit olduk. Bu karakteri bir hero gibi oradan oraya atlatıp maceradan maceraya sürüklemek yerine, inmemiz gereken durakta inmemiz gerektiğini hissettim. Açıkçası bir süre sonra o çokluğun içindeki tekliğin öyküsünden çıkıp, o oraya gidiyor bu buraya gidiyor gibi bir dramaya kurban olabilmekten korktum. O yüzden, zaten sade bir hayat kesiti ve görevini tamamladığını hissettiğim anda öyküden çıkmaktan yanaydım. Bu konuda tabii eleştiriler de geldi. Bu şekilde bitmeyi savunanlar da çok fazla var. İkisine de eşit saygı duyuyorum. Bu bir tercihti açıkçası. Bu tarz filmler zaten beni heyecanlandırıyordu izlediğimde. Zerre’nin aynı zerre gibi sonsuz ama bir küçücük olması gibi… Filmin kapatılmış bir defter gibi sonlanmasından ziyade şu an zihnimizde devam ediyor hissiyatını vermek için bu şekilde bitirme kararı aldım.

 

Döngüsel bir anlatının seyircideki etkisi de daha güçlü ve kalıcı olur. Hikâye içinde döngüler kurmak…

 

Bu anlamda nasıl kız, anne ve Zeynep yaşamın üçlü döngüsü ise, Zeynep’in başta işten atılmasıyla ertesi gün yeni işe gidiyor olmasının verdiği bir adımlık bir döngü var. Bunu uzatmaya bunu sürekli döndürmeye çok gerek olduğunu hissetmedim açıkçası.

 

Film 80 dakikada yaklaşık on gün veya bir haftalık bir süreci anlatıyor.

 

Evet yaklaşık dokuz-on günlük bir gün dökümü.

 

Döngüsel bir yapı içinde anlatmak için çok uzun bir süre değil mi? Bu tercihiniz zorluklar getirmedi mi? 

 

Zeynep’in hayatı zaten çok hızlı akan bir hayat. Her ne kadar hiçbir şey yapmıyormuş gibi gözükse de mücadele dozu çok yüksek bir hayat yaşıyor. Mücadele ettiği süre içerisinde yaşadığı zamanı daha farklı algılıyoruz. Günleri geceleri saysanız bir dokuz gün dönümü olsa da filmde birbirine çok bağlı hareket eden çok hızlı geçen bir zaman sürecini görüyoruz filmde. Bunun en büyük sebebi de o Zeynep karakterinin hep omzunda olmamız hep yakınlarında olmamız ve başka öykülere dağılmamamız. O yüzden onu o kadar çok gözlemliyoruz ki onu yatarken de görmemiz lazım onu banyoda da görmemiz lazım mutfağında da sokakta da… Tamamen bütün sürecini deneyimlememiz gerektiğini düşündüm ki hayatının içine girebilelim. Sadece dışarıdaki iş hayatına veya sadece ev hayatına odaklanıp daha kısa periyotta tutmuş olsaydık eğer sanıyorum duygusal olarak uzaklaşabilirdik karakterin hayatını daha iyi deneyimleyemeyebilirdik diye bir endişem vardı. O yüzden bu sürecin tamamen önemli noktalarına girmekten yanaydım ben.

 

Söylediklerinizden hareketle filmin tamamının bir gün olarak değerlendirilebileceğini söyleyebilir miyiz?

 

Yolculukları var aslında filmin içinde. Aslında bu on günlük süre belki bir yıl gibi değerlendirilebilir. Bu bir yılda da hemen hemen benzer süreçler yaşayacaktır. Yaşadığı hayatının yani döneminin özet bir kesiti. Biz onun on günlük hayatında hemen hemen bütün hayatına şahit olmuşuz gibi. Onun nereden geldiğini bilmesek de hissediyoruz. Kocasını veya o kızın babasını kimse sormuyor mesela. Çünkü o kadar o hayatın içindeyiz ki ona gerek bile duymuyoruz. O yüzden bence daha büyük bir süreci daha küçük bir süreçte izliyoruz. Tabii ki de daha kısaltılabilir ama duygusal eksikliği o zaman yaşarız diye düşünüyorum.

 

Abbas Kiyarüstemi’nin son filmi Sevmek Gibi’yi (Like Someone in Love) gördünüz mü?

 

Yok izlemedim. Merak ettiğim bir film.

 

Bence bazı yönlerden akrabalık tespit etmek mümkün Zerre ile. Onda da benzer bir karakterin hayat kesitini anlatıyor. Bilmiyorum yönetmeni takip ediyor musunuz?

 

Tabii takip ettiğim bir yönetmen. Bela Tarr, Dardenne Kardeşler, Ken Loach… Mutlaka besleniyorsunuz bunlardan direk bir esinlenme olmasa dahi bir şekilde o izledikleriniz o hisleriniz kafanızda kalıyor. Kendi öykünüzü anlatırken de bir yerden nasıl anlatacağınıza yol göstermiş oluyorlar. Olabildiğince beslenmeye çalışıyorum o tarz ustalardan açıkçası.

 

Oyuncu, mekân seçimini nasıl yaptınız? Doğal oyuncu gerçek mekân kullandınız mı?

 

Ev Tarlabaşı’nda bir evdi; biz dekore ettik. Atölye tamamen gerçekti. Hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadık. Sadece bir ufak ışık düzeltmesi, bir iki etrafı kirletme, duvarda asılı bir şeyi başka bir yere taşımak dışında hiçbir şey yapmadık. İnsanlar gerçekten o ortamda çalışıyor. Fabrika zaten gerçek bir fabrika. Fabrikada görsel efekt kullanılmadı uçuşan toz zerreleri ile ilgili fabrikanın her yerinde aşağıda işçiler toz zerresi gibi çalışırken yukarda uçuşan onlarca ufacık parçacık var. Oynayan işçilerin çoğu gerçek işçilerdi. Sadece diyalog verenler biraz deneyimi olan işçilerdi. Benzer işlerde oynamış tiyatroya hevesli insanlardı. Sokaklardaki insanlar o mahalleli. O gerçekçi stili kurmak için gerçek materyalleri kullanmanın avantajını kullanmış oldum.

 

Jale Hanım (Arıkan) benim çok mutlu olduğum bir seçim. Doğru bir karar olduğunu düşündüğüm bir seçim. Hatta yeni projeyi şu an tasarlıyorum. Tekrar ona benzer bir yüz nasıl bulabilirim, benim için bir şanstı Jale Hanımı bulmak. Tam istediğim, öyküsü olan bir yüz. Bu yüzün bir şey anlatmasını istiyor insan. Zeynep’i bu kadar iyi canlandırıp ete kemiğe büründürmesi heyecan verdi bana açıkçası. Vardı elimde bir liste 8-10 kişilik bir oyuncu listesi. O kadar cılız kaldı Jale Hanımdan sonra bir daha dönüp bakmadık.

 

Yeni projeden bahsettiniz? Ne aşamada çalışmalar bilgi verebilir misiniz?

 

Açıkçası şu an tasarım aşamasında senaryoya dökülmüş değil. Daha iskeleti oturmadı. Gene benzer materyalleri kullanacağım, bu dili devam ettirmeye çalışacağım bir film olacak. Beni daha çok heyecanlandırıyor bu proje. Biraz büyük bütçeli bir iş olacak ama. Daha fazla imkâna ihtiyaç duyacağım gibi gözüküyor. Çok uzun beklemeden hemen yeni film çekmek istiyorum. Yapımcımı kandırabilirsem inşallah ikinci filmi çekeceğiz.

 

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..