Bir tarih filminde hatalar bulmanın dayanılmaz hafifliğine teslim olmadan Fetih 1453 hakkında yazmanın mümkün olmadığı bir bilgiçler diyarında yaşıyoruz. Gerçi, Stanley Kubrick’in Spartaküs (Spartacus, 1960)’ündan Ridley Scott’un Gladyatör (Gladiator, 2000)’üne kadar, en büyük yönetmenlerin yaptığı tarih filmleri de silahlar, ekipman, dövüş teknikleri, dövmeleri vesaire açısından yerden yere vurulmuştu. Mel Gibson Cesur Yürek (Braveheart, 1995)’teki kahraman William Wallace ve İngiliz kralları hakkında büyük kronolojik hatalar yapmıştı.
Bu hataları aramak ve bulmak çok zevklidir; bu zevke erişmek Türk filmleri sözkonusu olduğunda daha kolaydır. Tıpkı, tersinden bakıldığında, tarihçilerin kitaplarında kurgu hataları bulmak gibi... Demek istediğim, tarih filmi hakkında tarihçinin ileri geri konuşma hakkı varsa, sinemacı da tarihçinin yazdıklarını eleştirebilmelidir. Filmdeki hikâyeler hem tarihin hem sinemanın bir parçasıdır; her tarih kitabı da ister istemez imajinasyon ve kurgu kullanır. Tarihçinin bir filmi eleştirdiği gibi sinemacının da bir tarihçinin dilini, üslubunu, muhayyilesini, kurgu ustalığını değerlendireceği günler ne zaman gelir acaba?
Film yapımcıları her zaman tarihi gerçekleri çarpıtmakla ya da en azından onlara duyarsız kalmakla suçlanır. Bu eleştiri aslında metodolojiye dayanan araştırmanın objektif bilgiyi mümkün kıldığını ve tarihçinin geçmişte ne olduğunu bilimsel bir kesinlikle bilebileceğini varsayar. Hâlbuki tarih söyleminin kendisi ister istemez tutarlı bir anlatının muhayyileye dayalı inşasından ibarettir. Tarihsel bilgi kesin değildir; geçmişin birden fazla yorumu olabilir. Tarihle kurgu arasındaki farkı belirleyen “belge”nin statüsünden ibaretti, ancak onun da tahtı sarsıldı. Bugün “belge”ye elli yıl öncesinden farklı bakıyoruz. İyi tarih akademik olmak zorunda da değildir.
Film de tarih söylemini andıran bir anlatım biçimdir. Bazen toplumsal hafızayı yansıtır, bazen onu bozar, bazen de inşa eder. Bu bakımdan, eleştiri söz konusu olduğunda, filmde anlatılanları teşrih etmek okul kitaplarında öğretilen tarihi ya da bir akademisyenin yazdığı tarihi eleştirmekten farklı olmayacaktır.
Abdülhamid Düşerken (2002) filmine Sina Akşin yerine başka bir tarihçi danışmanlık yapsaydı film nasıl farklı olur idiyse, tarihçilerin aynı konuda yazdıkları kitaplar içinde de çatışık bilgiler vardır. Aynı şekilde tarih filminin senaristi ve yönetmeni de araştırdığı ve anladığı minvalde eserinde kendi görüşünü sunar. Tarihçinin yazdığının tarihi olaya bütünüyle sadık olamaması film için de geçerlidir. Geçmişte olan olmuştur, onu olduğu gibi yeniden canlandıramayız; ne yazabiliriz, ne de oynayabiliriz. Yazdığımız ve oynadığımız ancak onun bir yorumu olabilir. Filmin yorumu daha avantajlıdır, çünkü popüler kültürün hafızası akademik tarihçilikten ziyade filmlere (ve gazetelere, romanlara, şarkılara vs.) dayanıyor.
Bütün bunları söyledikten sonra illa bir müteverrihin görüşünü merak edenlere, Yalan Dünya dizisinde Orçun’un, kendisinden beklenmedik bir şekilde Açılay’ın senaryosunu okuduktan sonra, “yani ben aslında pek anlamam ama” tevazuuyla yaptığı değerlendirmeyi hatırlatmakla yetinirim: “Karakterler plastik, diyaloglar çok akmıyor, hikâye durgun, aşk hikâyesinde yeterince çatışma yok, karakterleri çok yüzeysel kalmış.” Şekil olarak Türkiye’de bundan sonra yapılacak tarih filmlerinin çıtasını yükseltecek, beklentilerin üstünde bir film; ancak hikâye ve karakterler açısından çok sorunlu. Kısaca, vurdulu kırdılı sahneler ve efektler iyi, kast ve senaryo kötü. Bazı oyuncuların estetik operasyonlarından ve silikonlarından ziyade bugünkü dil alışkanlıklarıyla, ağız hareketleriyle konuşmaları daha rahatsız ediciydi.
Bazıları filmde Osmanlı harem, saray eğlencesi, yatak odası sahnelerinin olmamasına seviniyor, ama aynı özenin Bizans sarayı için gösterilmediğini söylemiyorlar! Sanki Bizans’ı yönetenler hep ziyafette, eğlencede; Osmanlı ise hep uyanık ve çalışkan... Osmanlı’ya yöneltildiğinde rahatsız olduğumuz oryantalist bakışı kendimiz nasıl da pervasızca kullanıyoruz. Bizanslıları aptal, korkak ve eğlence düşkünü olarak göstermenin narkotik etkisi bir yana, bu bakış açısı tam da filmin amacıyla ters düşerek fethin mahiyetini küçültüyor. Görmenin bilmeye dönüştüğü sinemada metaforlar gerçeklik hakkındaki düşüncemizi yönlendirebiliyor, şekillendirebiliyor. Gelecek neslin Bizans imajı, onu Osmanlı’nın ve Türk’ün ötekisi olarak efsanevi yapıtaşlarıyla kurgulayan bu filme dayanacaktır. Tıpkı önceki nesillerde yer eden “Kahpe Bizans” imajı gibi.
Tarihyazımının kendisi gibi, tarih filmleri de dün ile bugün arasında bitmeyen bir diyalogdur; günün zihniyetini yansıtır. Teknoloji müsaade etseydi bile, mesela, Sultan II. Abdülhamid bu filmin çekilmesine izin vermezdi, Rum tebaamızı gücendirir diye. Kendisi fethin yıldönümünü kutlamak isteyenlere böyle demişti. Fethin destansı ve gösterişli bir filmle anlatılması, ancak gayrimüslimlerden “temizlenmiş”, kendi gâvurlarını ötekileştirmiş, istediği tekrenkliliği sağlamış bir ulus-devlette mümkün olabilirdi. Bu filmin yapımı, Osmanlı’nın gerçek varisi bir Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki öneminin yeniden arttığının düşünüldüğü bir zamanda ancak mümkün olabilirdi. Fetih bahanesiyle filmin sundukları, bugünkü Türkiye’nin düne, bugüne ve geleceğe bakışını güzel özetlemiştir.