Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
12.04.2013 Zerre Küresel Kapitalizmde Bir “Zerre” Ö. Nilay Erbalaban Gürbüz

49. Antalya Film Festivali ve 3. Uluslararası Malatya Film Festivali’nden senaryo, oyunculuk, kurgu, görüntü yönetmenliği gibi alanlarda ödül toplayan Erdem Tepegöz’ün filmi Zerre, 12. İstanbul Bağımsız Film Festivali’nin Keşif bölümünde gösterildi. Bir ilk filmden beklenmeyen sinemasal olgunluğa sahip olan Zerre özgün anlatımıyla “yoksulların gözlerini” sinema perdesine dayıyor. Bu gözlere kayıtsız kalmamak kapitalizmi bir kez daha sorgulamayı gerektiriyor.

 

Kapitalizm sadece ekonomik bir işleyiş değildir. Sermaye ve emek arasında örülen bir kültürdür. Bu kültürde insanlar az ya da çok birikimleri yoluyla yaşamsal olanla ilişkilenirler. Keza kültürün yaşama dair her türlü aracı da sizinle bu birikiminize göre ilişki kurar. Yani bu ilişki öyle tek taraflı kurduğunuz bir ilişki değildir. Kapitalizm sizi seçer, siz ona zorunlu olarak biat edersiniz. Boş zamanlarınızda, evde,  televizyon başında, iş yerinizde onun istediği gibi yaşarsınız. Ya da sizi seçmez. Ortadoğu’da kent ve yoksulluk üzerine çalışan Asef Bayat’la yapılan söyleşide, Bayet yoksulların modern yaşam ve araçlarla ilişkisinin kısıtlı olmasının onları kültürden zorunlu olarak uzakta bıraktığını vurgular. Yoksulların kent kültürüne uyum sağlayamamış insanlar olarak orta/üst sınıflar tarafından dışlandığını aktarır.(1) Yani sizi seçmediği zaman toplumsal ve ekonomik bir dışlanmayla karşı karşıya kalırsınız. Sizi görmek istemez. Sizi coğrafyasından sürer. Sizi yok sayar. Eğer sizden kurtulamazsa sizi damgalar: ayyaş, tembel, deli, toplumdışı… Bu nedenle Zerre filminin sinopsisi doğru bir soruyu sormaktadır kanımca: “Küçük kızı ve annesi ile hayata tutunan Zeynep; bu büyük evrende ne kadar yer kaplar? İşsizlikle dolu bir şehirdeki insanlar, yaşadıkları sorunlar ve hayatları; uçuşan sayısız parçacıklar gibi küçücük müdür?” Zerre’nin öyküsünü bu soru çerçeveler. Film, İstanbul’da engelli bir çocuk ve yaşlı bir anneyle yaşayan Zeynep’in ayakta kalma mücadelesini anlatır. Bu mücadele bir öyküden çok duruma odaklanmaktadır. Bu durumun adı ise yoksulluktur.

 

Kapitalizm ve Kadınlar

Kapitalizmin vaat ettiği refah söylemi gittikçe kuşkulu görünmektedir. Dünyanın her yerinde hatta üçüncü dünya ülkelerinin gıpta ile rehber aldıkları Amerika ve Avrupa ülkelerinde işsizlik her geçen gün daha da ciddileşen bir problemdir. Çok uluslu şirketlerin ve uluslararası kapitalist örgütlerin açıklamalarının aksine küresel kapitalizm ne istihdamı artırmış ne de yoksulluğu azaltmıştır. Dahası, küresel kapitalizm sermaye, finans ve üretimin sınır ötesi dolanımına dayalı bir sistem olarak kapitalizmin bir üst aşamasını tanımlamaktadır. Bu noktada yatırımlar üretim aşamasında minimum sermaye ile maksimum verim elde etmek amacıyla üçüncü dünya ülkelerine kayar. Yerel politik iklim bu çok uluslu şirketlerin yatırım ve stratejik planlarından doğrudan etkilenir.

 

İş gücü ve emeğin güvencesi ya doğrudan liberal yasalarla ya da esnek, yarı zamanlı, ev içi gibi yeni çalışma biçimleriyle tehdit edilir. Yıldız Ecevit’in belirttiği gibi kapitalizmin bu yeni yoksullaştırma biçiminden kadınlar iki kat etkilenir.(2) Çünkü her şeyden önce güvencesiz biçimde çalıştırılan ilk toplumsal grup kadınlardan oluşur. Küresel kapitalizmle birlikte imalat sektörünün önüne geçen hizmet sektöründe, yukarıda adı geçen yeni çalışma biçimleriyle en çok kadın işçiler ilişkiye geçer. Özellikle üçüncü dünya ülkelerinde kadının çocuk ve yaşlıların bakımıyla ilgilenme, yemek yapma ve temel ev içi işleri yerine getirme gibi zorunlu bir rolünün olması bu ilişkiyi doğurmaktadır. Kadın para kazanmak dışında bütün bu görevleri yerine getirmek için zamana ihtiyaç duyar. Ancak esnek çalışma saatleri, en iyisinden saat başı ücret, saat başı sağlık sigortası anlamına gelir ki ülkemizde de olduğu gibi yarı zamanlı çalışma olarak bilinen bu biçim bir çalışmada devlet sigortanızın cüzi bir bölümünü göstermelik olarak karşılar. Eğer sigorta ödemelerinizin kalan kısmını ödemezseniz tedavi olamaz, ilaçlarınızı alamazsınız. Bu noktada filmin açılış sahnesi olan Zeynep’in işten yaka paça çıkarılması, kapitalizmin bu yeni veçhesinde ortaya çıkan temel problemlere bir ayna tutmaktadır. O, maaşını bile alamadığı işinden ayrılmamak için dikiş makinesine sıkı sıkı tutunarak boşuna bir çaba içine girer. İş bulamayacağının, yoksul yaşamının daha da yoksullaşacağının farkındadır. Onun iş tezgahı olan dikiş makinesine sıkıca tutunması, güvencesiz çalışan bütün işçilerin sembolik bir temsili olarak okunabilir. İşine sahip çıkabilmesinin tek yolu fiziksel bir direnişle ustalara karşı koymak, aşağılanmayı ve şiddete maruz kalmayı göze almaktır.

 

Özlem Kasa ve Oya Öznur’un söyleşi yaptığı tekstil atölyesinde çalışan iki işçi kadın, Zeynep’in beyazperdedeki yaşamının gerçek tanıkları olarak okunabilir.(3) Emine ve Şennur isimli bu iki çalışan kadın, atölyelerdeki sağlıksız ve güvencesiz çalışma koşullarının farklı ayrıntılarına dikkat çekiyor. Kışın ısıtma, yazın soğutma olmayan havasız, bodrum katında çalışmaktan, tuvalete gidememeye kadar bir dizi kent köleliğine ait ayrıntılar bunlar. Çoğunlukla bu koşullarda çalışmaktan doğan sağlık problemleri ve her an işinizden olabileceğiniz için uzun saatler çalıştırılmaya boyun eğmek zorunda kalmak da cabası. Onların yaşamlarının özeti söyleşinin de başlığını oluşturduğu gibi “bugünü yaşamak için geleceğimizden fedakârlık ediyoruz” şeklindedir. Böylesi bir güvencesiz çalışmanın ehven-i şer olarak algılandığı ekonomide Zeynep’in ağzından şu sözler dökülür “iş bulsam sabah akşam çalışacağım”. Nitekim çok düşük bir rakamla şehir dışında çalışmaya razı olur. İnsani olmayan koşullarda bir süre çalışır. Sadece fiziksel koşulların insaniyetsizliği değil, işverenlerin çalışanlarla olan ilişkilerinde ortaya çıkan bir insaniyetsizliktir var olan. Çalışanların isimleri yanlış söylenir ve nesneler için kullanılan “bu” zamiri kullanılır. Böylesi bir hitap şeklini insanın üretim sürecinde nesneleşmesine dair bir gösterge olarak okumak mümkün. Yoksulların hem fiziksel olarak hem de psikolojik olarak karşılaştığı mahrumiyetlerden en önemlisi insani varlık olarak yok sayılmalarıdır.

 

Yoksulun Var Olma Hakkı

Kapitalizmi diğer toplumlardan ayıran en önemli fark eşdeğerlikler üzerine kurulmasıdır.(4) Dolayısıyla yoksulların böyle bir sistemde finansal anlamda eşdeğerliliği olmadığı için yok sayılması ya da yararcı bir biçimde şeyleşmesi kaçınılmazdır. Diğer taraftan böylesi bir ekonomik yapıda işsizlik sadece ekonomik ihtiyaçların karşılanamaması gibi fiziksel bir durumu belirlemez. Çünkü kapitalizmde, çalışan kişinin karşıtı işsiz kişiyi değil, yeteneklerini kullanamamış, fırsatları değerlendirememiş kişiyi belirtir. Çalışmanın, üretimin sürekli fetişleştirildiği bir kültürde çalışamamak psikolojik bir yıkımdır aynı zamanda. İstatistiğin rakamsal değerleri üzerinden toplumsal bir çıkarsamanın pek doğru olduğunu düşünmesem de Türkiye’de kayıtlı işsiz sayısı şu anda 2 milyon 539 bindir.(5) Bunun dışında bu istatistikte yer almayan kayıt dışı işsizler ordusunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Zaten Zeynep de güvencesiz bir şekilde çalıştığı için kaydı olmayan bir çalışan, işsiz kaldığı zaman da kaydı olmayan bir işsizdir. Kayıtlarda ya da istatistiklerde zerre kadar bile bir yeri yoktur. Oysa Zeynep karakteri tüm olumsuzluklara rağmen umudunu yitirmeyen bir karakterdir. Belediyede çalışmak gibi bir beklentisi vardır. Ancak bu beklentide de yine Türkiye gibi ülkelere özgü rüşvet ilişkisi söz konusudur.

 

Zeynep’in çevresindeki birkaç kişiyle kurduğu ilişkide sinizm görülmemektedir. Lokantada ve büfede çalışan arkadaşlarıyla kurduğu ilişkide kötü niyet yoktur. Üstelik lokantadan arta kalan yiyecekleri kendisine veren arkadaşıyla kurduğu ilişkide de faydacı bir ilişkiden çok dayanışmaya dayalı bir ilişki göze çarpar. Bu bakımdan Zerre filmini yoksulluğun umutsuzluğa eşit olduğu film örneklerinden ayırmak gerekmektedir. Yoksulluğa dair filmlerde sıklıkla ortaya çıkan cinselliğin araç olarak görülmesi klişesinin de kullanılmaması önem arz etmektedir. Bu klişe filmin ilk sahnesinde Zeynep’in ev sahibinin üstü örtük teklifinde bir izlenim olarak bize sunulur. Ama bu seyircinin filmsel hafızasıyla oynayan bir oyundur. Kapitalizm kadınların cinselliğini refahta ve yoksullukta farklı biçimlerde kullanmaktadır. Ancak yoksulluk söz konusu olduğunda bağımsız Yeni Türk Sineması da dahil olmak üzere geleneksel ticari sinemanın bakış açısı birbirinden farklı değildir. Kadın kimliği yoksulluğun üstesinden gelebilmenin bir aracı olarak resmedilir. Oysa Zerre filmi her iki bakış açısına dair göstergeyi kullanırken (tekstil atölyesindeki bazı kadınların fazla ücret için ustabaşlarıyla birlikte olması gibi) Zeynep’in ahlaki tutumunu lümpenleştirmekten kaçınarak yoksulluk ve cinsellik arasındaki ilişkiyi prototipleştirmemiştir.

 

Zerre’nin hikâyesinin sinemasal akrabalıkları düşünülürse Vittorio De Sica, Yılmaz Güney ve Dardenne Kardeşler akla ilk gelen yönetmenlerdir. Her üç yönetmen de işini kaybeden alt sınıf insanların hikâyelerini yerel ve uluslararası sinemada klasikleşen filmlerle anlatmıştır. Vittorio De Sica’nın Bisiklet Hırsızları  (Ladri di biciclette, 1948) filminde, bisikleti çalınan Antonio Ricci oğluyla birlikte hırsızın peşine düşer. Yılmaz Güney’in Umut (1970) filmi faytoncu Cabbar’a ait atın kaza sonucu ölmesi üzerine hakkını arama ve yoksullukla baş etme hikâyesidir. Dardenne Kardeşler’in yönettiği Rosetta (1999) ise karavanda alkolik annesiyle yaşayan Rosetta’nın ne pahasına olursa olsun çalışma, yoksulluktan kurtulma mücadelesini anlatır. Bu üç filmin ortak özelliği yapısal bir sorun karşısındaki faydasız kişisel mücadeleleri anlatması ve yoksulluğun sahipsizliğini ortaya koymaktır. Sokaklar ve kent yoksulların gözünden seyirciye sunulur. Kamera Zerre filminde kullanıldığı gibi dışarıdan bir göz değildir. Sadece filmin ana karakterlerini merkeze alan bir anlatımın yerine yaşanan trajediye bütünlüklü bir bakışı mümkün kılan çok kimlikli bir anlatım söz konusudur. Robert Phillip Kolker’in Bisiklet Hırsızları filmi için yaptığı çözümlemeyi Zerre ve adı geçen diğer üç film için kullanmak mümkün görünmektedir. “Ricci bisikletini kaybeder ve kendisi kaybolur. Film onun oğlu Bruno ile birlikte ya bisikletini ya da çalanı bulmaya çalışmasını gözlemler. Bu çaba başından itibaren boşunadır(…) yoksul insanın bu aslında edilgince yitip gidişi(…)”dir.(6) Ricci isminin yerine Zeynep, Cabbar ya da Rosetta geldiğinde bir değişim yaşanmayacaktır. Farklı coğrafyalardan her üç karakteri birleştiren şey yoksullukla mücadeleleridir.

 

 

(1) Danış, Didem; Asef Bayat ile Söyleşi: Kent, Modernite ve Yoksulluk, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=460&makale=Asef Bayat ile Söyleşi: Kent, Modernite ve Yoksulluk

(2) Ecevit, Yıldız; Yoksulluğa Karşı Feminist Strateji İçin; Amargi, sayı:6; s. 16

(3) Yüksel İlknur, Kardam Filiz; Bir Kadın Yoksulluğu Çalışmasından İzlenimler; Amargi, Sayı:6; s. 30

(4) Holland, Eugene W; Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u; Otonom Yayınları; s. 37

(5) CNN TURK, 17/12/2012 web

(6) Kolker, Robert Philip; Değişen Bakış; Çev: Ertan Yılmaz; De Ki Yayınları; s. 19

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..