Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
03.12.2013 Onur Savaşı Yanlışta Birleşmek Aybala Hilâl Yüksel

 

2012’nin yoğun sinema gündemi içinde belki de gereği kadar konuşulmayan Onur Savaşı (Jagten) festival gösteriminden bir yıl sonra vizyona girdi. Orijinal isminin (jagten: av) daha çok yakıştığı filmde, avcı iken ava dönüşen anaokulu öğretmeni Lucas’ın hikâyesi anlatılır. Lucas Kuzey Avrupa’nın bir kasabasında geleneklerine bağlı basit bir hayat süren küçük bir topluluk içinde yaşamaktadır. Aslında en baştan beri boşanmış olması ve yalnız yaşaması sebebiyle bu küçük Hıristiyan cemaatinin standartlarına uymayan Lucas, bir yalan ve büyüyen şüphe üzerine topluluğun dışına itilir. Başına gelenler Lucas’ı ciddi bir avcılık geleneğine sahip bu topluluğun yeni “av”ı haline getirir.

           

Linç Kültürü ve Av

Filmdeki topluluğun nasıl bu kadar çok yanılabildiğini anlamak için öncelikle onları biraz tanımak gerekiyor. Bu insanları bir araya getiren, beraberliklerini sürdüren en önemli paylaşımlar kilisedeki ayin ve tabii ki av. Filmin bütünü içinde çok altı çizilmese de alt metindeki av mevzuu aslında hikâyenin bel kemiğini oluşturuyor. Av, kasabanın erkekleri için bir güç gösterisi ve yetkinlik anlamına gelmekle beraber, onları birbirine bağlayan bir görev aynı zamanda. Dededen kalma tüfekler ile çıkılan, avcılık lisansını alarak topluluğa kabul edilen genç erkekler için törenler düzenlenen, adeta kutsal bir ayin havasında gerçekleştirilen bir işten bahsediyoruz. Bu cemaatin avcılarından biri olan Lucas bir iftiraya kurban gidiyor ve bir anda mensubu bulunduğu topluluğun düşmanı haline geliyor.

 

Bu noktada aslında “doğru”nun değişkenliğine dair bir parantez açmak yerinde olabilir. Filmde ikna edici bir örneğini izlediğimiz gibi aslında pek çok zaman doğruyu belirleyen şey doğruluk değil kalabalıktır, evet bildiğimiz kuru kalabalık… Elbette buradaki “doğru”dan murat insan kişisini harekete geçiren düşünce veyahut körü körüne inançtır. Eğer yanlış bir kanaatin etrafında yeterli miktarda insanın toplanması başarılabilir ise o artık o topluluğun doğrusudur. Cemaatlerin en sorunlu taraflarından biri de bu zaten; insanların düşünce ve eylemlerinin meşruiyetini içinden bulundukları kalabalıktan almaları.

 

Elbette doğru olan bir “biz”den bahsediliyorsa, yanlış olan bir “siz” de var olmak zorundadır. Her topluluk bir şekilde kendini tanımlama ihtiyacı duyar. Bunun içinse “öteki”ye başvurur. İçerisindekilere güvenlik vaat eden bir sınır çizilecekse muhakkak o sınırın dışında birileri kalacaktır. Bu yüzden dışarıdaki kötü, ahlaksız, cahil insanlardan farklı olduklarını iddia etmek ve bu iddialarına -birlikteliklerinin doğrulamasıyla- inanmak zorundadırlar. Filmde Theo’nun dile getirdiği de bu: “Dışarısı kötülüklerle dolu, o yüzden birbirimize destek olmalıyız.” Lucas’ın topluluğun dışına itilmesi ve ötekileşmesi (1) aslında derinde yatan bu kaçınılmaz ihtiyacın sonucu. Birlikte avlanmaya devam edebilmek için bir ava ihtiyaç var.

 

Çoğunluğun doğrusuna inandıktan ve düşmanı belirledikten sonra ise geriye ülkemiz insanının da çok iyi bildiği “linç” kalıyor. Konuyu derinleştirip toplumsal yaraları kanatmaya hacet yok. Tek tek akılların sustuğu ve körü körüne inancın harekete geçtiği andan bahsediyoruz. Filmdeki pek çok karakterin tek başına kaldıklarında inanmadığı, gülüp geçtiği bir iddia bir takım buluşmalar ve konuşmalar sonucunda ortak kanaat haline gelir. Bundan sonra ise bir yanlış etrafında toplanan kalabalığın şiddeti konuşur.

 

Kadınlar ve Çocuklar

Onur Savaşı erkeklere ait bu dünyada kadınlar ve çocukları temsil edişiyle dikkat çekiyor. Kadınlara film boyunca körü körüne inancı körükleyen, erkekleri kışkırtan ve fitneyi büyüten roller düşüyor. Olayın başlangıcında yer alan anaokulu müdürünün de kadın olduğunu unutmamak gerek. Film, bir yandan da çocukların masumiyetine olan inancı sorguluyor. Bir çocuğun yalanı ile başlayan dava, başka pek çok çocuğun yalanı ile büyüyor ve içinden çıkılması güç bir hâl alıyor.

 

Kadınlar ve çocuklar üzerinden yapılan temsilin salt duygular ile olgunlaşmamış aklın yanılgıya götüreceği anlamına geldiği iddia edilebilir. Fakat bu fazlaca “Şarklı” okuma yönetmenin dünyasını anlamak için pek de elverişli görünmüyor. Eğer topluluğun her bir bireyini bir vücudun azaları gibi algılamaya dönük bir ima olsa idi hikâye yeni bir katman kazanabilir ve insanın tabiatına dair çok şeyler söyleyebilirdi. Ancak elimizdeki malzeme gösteriyor ki filmde yapılan tartışma kadim öğretilerdeki her bir insanın içinde yer alan dişilik-erlik meselesine değil, düpedüz kadınlık-erkeklik hâllerine işaret ediyor ve yönetmen erkekler lehine adaletsiz bir temsile imza atmış bulunuyor.

 

Esas hikâyeye geri dönersek, olayların neticesinde Lucas suçsuzluğunu kanıtlamayı başarır. Artık o ve oğlu yine toplulukla birlikte avlanabilecektir! Fakat filmin finalinde çarpıcı bir şekilde gösterildiği üzere, yaşananlar unutulmayacaktır ve Lucas’ın topluluğun gücünü unutmaması gerekmektedir. Tam burada, yönetmen Winterberg’in bazı önemli ve ayırıcı tercihleri üzerinde konuşabiliriz. Son derece dengeli ve dikkatli kaleme alınan senaryo, seyirciyi aslında her iki tarafı da anlamaya davet ediyor. Cemaatin içinde ve dışında kalanın hâlleri ile de empati kurmaya imkan tanıyor. Benzer bir kötülükte birleşme hikâyesi anlatan Dogville’i (2003) de Onur Savaşı ile birlikte zikretmek gerek. Bu iki Danimarkalı yönetmenin benzer meseleyi anlatırken takındığı üslup, insana bakışlarındaki farkı da ele veriyor. Dogville’deki umutsuz tabloyu, şiddet ve neticesinde gelen intikamı hatırlarsak; kuşkusuz Winterberg’in muhatabına olan inancını koruma gayreti daha iyi anlaşılacaktır. Buna rağmen mevcut düzeni yıkmak yerine koruyan Winterberg’in gerçekçiliğinin daha acımasız ve karanlık bir tablo çizdiği de savunulabilir. Ayrıca yine tematik olarak akrabalıklar taşıdığı Şüphe’nin (Doubt, 2008) aksine, bu film seyirciyi şüphe duygusunun içinde kaybolmaktan kurtarıyor. Olayı tüm açıklığıyla göstererek aslında seyirciyi “şüphe” ile yormadan, çok daha önemli olan “seçim” üzerine düşünmeye yönlendiriyor.

 

En neticesinde, Onur Savaşı’nın öfkeli insanlarının bize söylediği şudur: Bir cemaat her ne kadar uhrevi ve yüce birtakım sebepler ile bir araya geldiğini iddia ederse etsin, esasında son derece dünyevi bir kurumdur. Mensuplarına telkin ettiği emniyet duygusu ve sürekli doğrulanma mekanizması başlıca var oluş sebepleridir. Ancak beraberliği korumak ve aralarındaki bağı kuvvetlendirmek için bir ötekiye ihtiyaç duyacağı, eğer bulamazsa da bizzat yaratacağı unutulmamalıdır.

 

 

 

(1) Bu noktada “öteki”nin var olmadığı bir birlik mümkün müdür, sorusu akla gelebilir. Elbette mümkündür, zaten birlikten murat ötekisizliktir -ki teknik ismi de tevhiddir. O yüzden filmdeki topluluktan ve genel olarak cemaat olgusundan bahsederken, “birlik” yerine “beraberlik” kavramını kullanmak daha yerinde olacaktır.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..