Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
04.06.2014 Büyük Budapeşte Oteli İnandığımız Masallar Aybala Hilâl Yüksel
Wes Anderson’ın dünyasına aşina olanlar onun filmlerinde her an her şeyle karşılaşmaya hazırlıklıdır. Ancak Büyük Budapeşte Oteli’ndeki (The Grand Budapest Hotel) kadar çok “şey”le aynı anda karşılaşmak herhalde sabık izleyicilerinin dahi tahminlerini aşıyordu. Moonrise Kingdom’dan (2012) sonra beklentiyi yükselten Anderson son filminde, hayali bir ülkedeki harikulade bir otel çevresinde yaşanan birtakım inanılmaz olayları anlatıyor. Alışılandan çok daha büyük bir hikâyeye girişen Anderson, öyküsünü alışıldık tutkulu titizliğiyle işliyor.
 
Büyük Budapeşte Oteli’nde, bellboy olarak çalışmaya başladığı otelin sahibi olan Zero Mustafa ve hem meslekte hem de hayattaki ustası Mösyö Gustave’ın bir cinayet soruşturması yüzünden atıldığı macera anlatılıyor. Bu sırada hikâyenin arka planında akan Doğu Avrupa’daki savaş ve 1930-1980 arasındaki toplumsal değişme kahramanlarımızın hayatını etkilediği ölçüde filmde yer buluyor. Hikâye aynı zamanda faşizme, dünya savaşına, değişen sanat algısına, insan ilişkilerine, aşka ve göçmenlik meselesine dokunuyor. Filmin fazlaca dallanıp budaklanmışlığı hususuna gelirsek, bu eleştiri gibi görünen tespit aslında içinde gizli bir övgü de barındırıyor. Filmdeki olay örgüsünün ve tarihi atıfların yoğunluğu yer yer bazı unsurların yüzeysel kalmasına sebep oluyor, evet. Ancak bu kadar fazla başlık açıp her birini bir şekilde neticelendirmesi ve bunu seyirciyi bunaltmadan yapması Anderson’ın yönetmenlik hanesine artı puan olan yazılabilir.
 
Film Gustave ile Mustafa, bu ikilinin hikâyesini romanlaştıran yazar ve bu hikâyenin anlatıldığı romanın okuru üzerinden gelişen üç ayrı zaman diliminde kurgulanıyor. Bu katmanlılık ve sonucunda oluşan rivayetler örgüsü Anderson sinemasının masal duygusunu pekiştiriyor. Masalsı filmler yaptığı iddia edilen pek çok yönetmenin aksine Anderson, masalın gerçekte ne olduğu ve ne için kullanılabileceği hususunda tutarlı bir yaklaşım sergiliyor. Zira anlatılan hikâye günlük hayatın gerçekliğinden ne kadar uzaklaşırsa, başka bir deyişle ondan ne kadar farklılaşırsa o denli “inandırıcı” olacağını biliyor.
 
Masallar ve Gerçekler
Büyük Budapeşte Oteli’ndeki mekânlar, kostümler, renkler, oyunculuklar ve hatta olaylar günlük hayatta birebir karşılaşılabilir değildir. Dahası filmin unsurları, Anderson evreninin dışına çıkıldığında pek bir anlam ifade etmez. Muhatap mevcut düşünce kalıplarının ve reflekslerinin işe yaramayacağı bu dünyaya girerken ister istemez onları -iki saatliğine de olsa- bir kenara bırakır ve kendini hikâyeye teslim eder. Bu güven sağlandıktan sonra bu yaratıcı yönetmenin hayalindeki dünyaya ve kutsadığı değerlere “inanmak” için her şey hazırdır.
 
Peki, Anderson’ın düşler ülkesinin ve onun kahramanı Mösyö Gustave’ın ne özelliği var? Tarihsel olarak iki dünya savaşının arasına isabet ettiğini anladığımız bir zamana ve Doğu Avrupa’da olduğunu bildiğimiz Zubrowka ülkesine gitmenin nedeni nedir? Hansel ve Gretel masalındaki cadının pastadan yapılmış evini andıran bir otelin en üst düzey hizmetlisi bizi niçin ilgilendirir? İlgilendirir; çünkü o zamanlar o civarlarda bir yerde insanlar politikadan daha önemli şeylerle (mesela sanatla!) uğraşırdı. Henüz toplum kutuplaşmamış ve kitleler arasına düşmanlık girmemişti. Haliyle insanlar daha iyi, daha nazik, daha şık ve daha zarif idi; tıpkı Gustave gibi. Burada Anderson’ın Gustave ile vücut bulan “kahramanlığı” iyi insan olma üzerinden tanımlaması olumlu, hatta naif bir bakışa işaret ediyor. Bununla da yetinmeyen Anderson Mustafa’yı Gustave’ın maddi ve manevi varisi konumu getiriyor. “Kahramanlığın” içinde yer bulan tüm bu erdemlerin aktarılmasına, yani devamlılığına vurgu yapıyor; bugün bu vasıfların pek rağbet görmediğini bile bile.
 
Anderson bir masal anlatıcısı olsa ve her masal anlatıcısı gibi “hayal ürünü” bir hikâye anlatıyor gibi görünse de; yine her masal anlatıcısı gibi gerçeklere temas ediyor. Bunu da yalnızca iyiler ile kötülerin savaşıyla sınırla tutmayarak, Doğu Avrupa tarihine doğrudan atıflar yapıyor.Nostaljik bir tavır göze alınarak geçmişin, yirminci yüzyılın başlarındaki aristokrasinin yüceltildiği filmde; Gustave’ın temsil ettiği değerlerle devrin düşmanı ise elbette o tarihlerde yükselen faşizm. Wes Anderson, Stefan Zweig’a yaptığı atıflarla filmin fikrî arka planını netleştiriyor. Filmdeki iki tren yolculuğu sırasında, birinciden ikinciye, asker profilinin geçirdiği dönüşüm bile faşizmin ne olduğunu göstermeye yetiyor. Büyük Budapeşte Oteli’ni işgal eden ZZ armalı askerler, kahramanlarımızın yolculuk yaptığı trenin yolunu kesen ölüm mangası açıkça Nazilere işaret ediyor. Otelde birdenbire ve hiçbir mantıklı sebep olmadan askerlerin ikiye ayrılıp birbirine ateş etmeye başladığı sahne ise savaşın neye benzediğini açıkça gösteriyor. Eski zamanın güzel insanlarının ziyaretgâhı Büyük Budapeşte Oteli, II. Dünya Savaşı’nın parodisinin oynandığı bir sahneye dönüşüyor.
 
Her ne kadar bunu hümanizm çerçevesinden yapıyor olsa da Wes Anderson’ın insana verdiği ehemmiyet ve değerler üzerine kurduğu kahramanlık anlayışı kendisine ayrıcalıklı bir konum kazandırıyor. Büyük Budapeşte Oteli inandığımız masalların şaşaalı ve neşeli bir örneği olarak hafızalarda yer ediyor.
 
 
 
YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..