Sinemada Kadın Temsili ve İffet
HAYAL PERDESİ - Gündem 28.10.2013

Sinemada Kadın Temsili ve İffet

 

İstanbul Müftülüğü’nün çıkardığı Din ve Hayat dergisinin 19. sayısı yayına çıktı. Her sayıda farklı bir temaya odaklanan derginin bu sayıdaki mevzuu “İffet” idi. Derginin sinema sayfalarında Hayal Perdesi yazarlarından Aybala Hilâl Yüksel, sinemada iffet meselesini kadın temsili ve Abbas Kiyarüstemi filmleri özelinde tartışıyor. 

 

Sinemada Kadın Temsili ve İffet

 

Bir sanat dalı olarak sinemanın iffetinden bahsedebilmek için sözü sanatın etik boyutundan açmak gerekiyor. Özgün bir üretimin “sanat eseri” olması için aranan ilk vasfı kuşkusuz “güzel” olmasıdır. Peki, bu güzelliğin ölçüsü yalnızca göze hoş gelmesinden ibaret midir? Güzellik (estetik) ve iyilik (etik) birbirinden ayrılabilir kavramlar mıdır? Yani, ahlâka mugayir bir eylemin güzel bulunması mümkün müdür? Allah Teâlâ Hazretleri’nin el-Bedî’ ism-i şerifinin bir tecellisi olarak gördüğümüz sanatın hüsnünü beş duyunun algıladığından ibaret düşünmek olası mıdır?

 

Turan Koç -her ne kadar konumuz olan sinemayı kapsamı dışında bıraksa da- Müslüman coğrafyadaki sanat algısı ile alakalı dikkat çekici tespitler barındıran İslam Estetiği kitabında, felsefenin estetik ve etiği ayrı başlıklar olarak tartışmasına itiraz eder. Kuran-ı Kerim’de “hayır” kelimesi ile “hasen” kelimesinin birbiriyle örtüşen manalarda kullanılıyor olması da temel dayanaklarından yalnızca bir tanesidir. (1) Müslüman sanatçının ürettiği, bir hüsn-i hat veya bir mimari eseri de olsa güzel olduğu kadar doğru, doğru olduğu kadar da insanlığa faydalı olması gözetilir; tespiti çalışmasının en önemli vurgularındandır.

 

Başlı başına bir inceleme konusu olabilecek güzel ve iyinin ayrılabilirliği mevzuuna yalnızca temas etmek ile yetinip başa dönelim. Sinemanın iffetinden bahsedebilmek için sanat eserinin “etik” terazisinde tartılabilir olması gerekliliğine değinmiştik. Ancak giriştiğimiz sorgulama İslam’ın -yani fıtratın- şekillendirdiği bir “sanat” algısında “etik” değerlere uymayan bir eserin güzel olamayacağı ve dolayısıyla sanat eseri olarak değerlendirilemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Bu bağlamda, iyi olana yaklaşmak ve kötü olandan sakınmak olarak da tanımlayabileceğimiz “iffet” mefhumu bir sanat eserinin, bir tablonun, bir şarkının, bir şiirin, bir camiinin ve gayet tabii bir filmin olmazsa olmaz bir unsuru haline geldi.

 

Bu noktada konudan biraz uzaklaşmak pahasına da olsa bir parantez açmak gerekli görünüyor. Sinema özelinde konuşursak, bir filmin “iffetli” veya “ahlaklı” olması ile ne kastedildiğini netleştirmekte fayda var. Mesela filmde rol alan kadınların başlarını örtmeleri, erkeklerin sakal bırakması, filmde namaz kılınması, içki & kumardan uzak durulması ve durmayanların başına tez zamanda musibetler gönderilmesi midir? Bugün özellikle televizyon dizilerinde görmeye alıştığımız bu nevi üretimler ne yazık ki yaşama dini olan İslam’ı şeklî bazı unsurlara indirgeyen zihinlerimize de projektör tutuyor. Daha açık bir örnek vermek gerekirse kişi bir evladın annesine saygısızlık veya zulümde bulunmasının kötü olduğunu biliyor; ancak bu hikâyeyi kaleme alan senaristin Tanrı rolüne soyunup o evladı yargılamaya ve hatta cezalandırmaya; kısacası iyileri cennete kötüleri cehenneme göndermeye hakkı olmadığını bilmiyor. Tefekkürden yoksun kalınca, iffet adına yapılan bir işin dahi iffetten ne kadar uzaklaşabileceğini gösteren “ibretlik” işler ortaya koyuluyor. İşi yapanın hudutlarını bilmemesi, dolayısıyla sadece ve sadece işi yaparken kullandığı malzemelere iffet kıyafeti giydirmesi türlü gülünçlüklere sebep oluyor. Tüm bunlar, kabın içinde sunulacak olan “şey” kadar, kabın şeklinin de önemli olduğunu açıkça gösteriyor.

 

Kötü örneği bir kenara bırakıp ideal ve arzulanan hakkında konuşmaya başlamanın vakti geldi de geçiyor. Yedinci sanat sinemanın, beş duyu içinde muhatabı en kolay yakalayan, göze ve kulağa aynı anda hitap ediyor olması onu gerçek hayat tecrübesine çok yaklaştırır, haliyle tesirini arttırır. Belirli bir zaman dilimini yeniden canlandırma yetisi sayesinde seyirciye üretilmiş bir “gerçekliği” tecrübe ettirir. Gösterme ve görme ilişkisi üzerine teşekkül eden sinema sanatının “iffetini” ele almak doğrusu çok kolay değil. Her ne kadar bu özel sayının haklı itirazlarından bir tanesi toplumda iffetin yalnızca kadınlıkla alakalı bir erdem olarak algılanması olsa da -yanlış dahi olsa- genel kabullerin tartışmaya zemin oluşturmak açısından bir kolaylık içerdiği aşikârdır. Bu sebeple bu yazıda sinemanın iffetinin olası pek çok görünümünden yalnızca biri olarak, kadını ve kadınlık hallerini güçlü bir sinema ve ince bir duyarlılıkla ele alan filmler üzerinde durmayı tercih ediyorum.

 

Bir İtiraz: İran Sineması

İran’da 1979 Devrimi ve sonrasındaki gelişmeler ülkedeki diğer pek çok mevzuda olduğu gibi sinemada da bir kırılma noktasıdır. Bugün rejime muhalif sanatçıların dahi hemfikir oldukları husus yeni rejimin uyguladığı sansürün İran sinemasının yükselişinde hızlandırıcı rol oynadığıdır. Kısıtlamalar imkânların zorlanmasına, yeni anlatı yollarının keşfedilmesine vesile olmuştur. Pek çok unsurun açıkça gösterilmesinin, teşhir edilmesinin men edilmesinden sonra İranlı sanatçılar aynı durumu veya duyguyu dolaylı bir yolla anlatmaya, ima etmeye mecbur kaldılar. Ancak bu mecburiyet tam da sanat eserinde aranan sadeliği, örtüklüğü, dolaylılığı ve dahi katmanlılığı beraberinde getirdi. Özellikle 90’lı yıllarda zirveye ulaşan İran sineması Hollywood etkisindeki yaygın film üretiminden farklı görünse de dünyanın her köşesinden seyirciye hitap edebildi ve beğeniyle karşılandı.

 

Örtülmüş ve incelmiş anlatımın güzel bir örneği yönetmen Gholam Reza Ramezani’nin Oyun (Bazi, 2005) isimli filminde hayat buluyor. Filmdeki küçük kız çocuğu oyuncakları ile oynarken, bebekleri konuşturur ve çocuğun dilinden aile içi anlaşmazlıklar yeniden canlandırılır. Kocanın karısına, annenin çocuğuna gösterdiği sözlü veya fiziksel şiddet dolaylı bir anlatımla “gösterilmeden” gösterilir. Aileyi sarsan meseleler bu meselenin toplumsal kaynakları veya yansımaları son derece sempatik bir kesitin içine gizlenir. Olumsuz durumun bu denli incelikle görselleştirilmesi şüphesiz seyirci üzerinde tantanalı bir kavga sahnesinin vereceği anlık dehşetten daha derin ve uzun süreli bir tesir bırakır. Verilen örnek İslam ahlakının temel taşlarından olan çirkinliği örtmek ve haksızlık karşısında sessiz kalmamak düsturlarının oldukça başarılı bir birleşimidir. Aynı zamanda kurmaca dahi olsa çizilen karakterlerin varlıklarına, hayatlarına, temsil ettiklerine ve insanlık onurlarına gösterilen itina ortadadır.

 

Kiyarüstemi Sinemasında Kadın

Abbas Kiyarüstemi yukarıda teşekkülüne çok kısaca değindiğimiz yeni dönem İran sinemasının ve hatta dünya sinemasının ulaştığı zirve noktalardan birini temsil eder. Kiyarüstemi’nin filmlerinde belgesel ve kurmaca birbiri içinde kaybolur; hikâyeler değil hayattan kesitler anlatılır; filmleri “hayat gibi” olmaya çalışır, zira kıymetli olan odur; filmler nazik, sade ve mesafelidir; iddialı sözlerden kaçınır; ancak hemen yüzeyin altında güçlü bir duygu akar. Kiyarüstemi ile ilgili ilginç noktalardan biri 70’li yıllarda film çekmeye başladığı halde, 2000’lere kadar çektiği filmlerinde kadın karakter yoktur veya çok siliktir, görünmez. Buna karşın İran kadınlarının toplumsal hayatta karşılaştığı sorunları anlatan On (Deh) ile 2002 yılında başlayan süreç Şirin (2008), Aslı Gibidir (Copie Conforme, 2010) ve Sevmek Gibi (Like Someone in Love, 2012) filmleri ile devam eder. Yönetmen son dönem filmlerinde kamerasını kadın ruhunun derinliklerinde incelikle dolaştırır.

 

 

On ayrı bölümden oluşan ve çizgisel bir ilerleme takip etmeyen On filminin tamamı bir araba içinde geçer. Film Tahran sokaklarında bir kadın şoförün arabasında yolculuk yapan farklı kadınlarla diyaloglarından ibarettir. Arabaya -yani film mekânına- inançla ilgili soruları olan bir genç kız, dindar bir yaşlı kadın, sevgilisinden ayrılmış bir kadın, kederli bir genel kadın ve daha pek çok başka hikâyesi olan kadınlar dâhil olur ve hayatlarından bahseder. Neşenin, hüznün, öfkenin, aşkın dile geldiği bu konuşmalar içtendir; ancak söylenenler -ne de olsa- ilk kez karşılaşılan bir taksi şoförü ile paylaşılacak kadardır. Bu kısa yolculuklarda bir daha karşılaşmayacak olmanın rahatlığı ve yeni tanışıyor olmanın getirdiği saygı bir aradadır. Burada konumuz bağlamında önemli olan, yolcularına kulak veren şoför ile filmi seyreden seyirci arasında kurulan paralelliktir. Bir film en nihayetinde bir yolculuktur. Daha mühimi; seyircinin yolcuların özel hayatlarına ancak bir yabancıyla paylaşılacak şekilde ve miktarda tanık olmasıdır. On yazının başında arz edilen sinemanın iffetinin bizatihi filmin kendisi ve kurduğu form ile alakalı olması meselesinin somutlaştığı bir örnektir.

 

Yönetmeni bir diğer filmi Şirin, sinema tarihinde filmi seyreden ile filmde seyredilen arasındaki ayrılığın en aza ulaştığı filmlerden biridir. Filmin bir buçuk saatlik süresi boyunca sade ve sadece -seslerden anladığımız kadarıyla- bir melodram filmi izlemekte olan kadın yüzleri perdeye yansır. Yani seyirciler seyircileri seyir eder! Abbas Kiyarüstemi son derece sıra dışı bir film ortaya koymuş ve belki de ideal olanı başararak sinema perdesini bir aynaya dönüştürmüştür. Seyrettikleri “Şirin’in aşk hikâyesi için gözyaşı döken kadınların aslında kendi içindeki Şirin’e ağladığını” dile getiren film, bir filmin seyirciyle kurduğu ilişkinin mahiyetini de açıkça söylemiş olur. Mademki hayal perdesinde temaşa ettiğim “ben”den ibarettir, bu “ben”in var olduğu alanda hakkına riayet edilmesini beklemek de tabiidir. Bu sebepten tabir-i caizse “iffetsiz” dediğimiz filmleri seyrettikten sonra hissedilen sınırları ihlal edilmiş, saldırıya uğramışlık halinin sebebi de bu olsa gerektir.

 

Yıpranmış bir karı-koca ilişkisini “taklit” mefhumu eşliğinde tartışan Aslı Gibidir ve üniversite öğrencisi bir genel kadın hakkında olan Sevmek Gibi filmlerinde de yukarda bahsedilen yaklaşımı gözlemlemek mümkündür. Yeni anlatı yolları keşfedilse; ülkeler, insanlar, hikâyeler değişse de anlatıcının fikrî dayanakları sabittir. İnsan hayat sahnesinde kendisine hangi rol düşerse düşsün sadece insan olması itibariyle kıymetlidir; sıfatı olumsuz olsa dahi zatı saygıya değerdir. Bu kıymete hürmet göstermek ise ancak onu sevmek, güzelliklerini görmek ve kusurlarını örtmek ile mümkündür. Kiyarüstemi gerek kültürel birikimi gerek ise sanatçı duyarlılığı ile bu değerleri içselleştirmiş ve onlara doğallıkla itina göstermiştir.

 

Sonuç Yerine

Sanatın ve sinemanın yaptığı var olana kıymet katmak değil, var olan kıymetin çeşitli tezahürlerini görünür kılmaktır. Sanatçı kendisine diğer insanlardan biraz daha fazla verilmiş beceriyi, yaratıcılığı ve idraki kullanarak ortaya bir eser koyar. Bu eser her ne kadar bir çalışmanın neticesinde ortaya çıksa da en nihayetinde içten doğan bir şeydir. Sanatçı şayet insan başta olmak üzere cümle mahlûkatla güzel, hakkaniyetli bir irtibat kurabildi ise bu güzelliğin ondan doğan esere de sirayet edeceği muhakkaktır. Her derdimizin devası Resul-u Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’den öğrendiğimiz ahlaka uygun işler ortaya koymak isteyen bir sanatçının ve bizlerin öncelikli gayreti o ahlak ile ahlaklanmak olmalıdır. Zira beşere ait olan tüm güzellikler gibi edebin de iffetin de sahibi O’dur. (Aybala Hilâl Yüksel)

 

 

(1) Turan Koç, İslam Estetiği, İSAM Yayınları, İstanbul 2009, s. 80

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..