Ahmet Uluçay: Bir Keloğlan Masalı...
HAYAL PERDESİ - Gündem 30.11.2010

Ahmet Uluçay: Bir Keloğlan Masalı...

Mevcuda aldırmayıp düşlerinin peşine düşenlerin “Bir varmış bir yokmuş”la başlayan masallarına benziyor Ahmet Uluçay’ın sinema macerası. Hayata ve sinema yapmaya dair genel kanaatleri tersyüz eden çabasıyla sinemanın her şeyden evvel bir yürek işi olduğunu gösterdi o. Masal gibi hayatını, masal gibi filmlerle anlattı. Kendisinden daha nice seyri güzel filmler izlemeyi umarken ardında kısa filmleri ile ilk ve tek uzun metraj filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak gibi hoş sadâlar bırakarak tam bir yıl önce aramızdan ayrıldı. Hayal Perdesi olarak Ahmet Uluçay’ı, daha önceki sayılarımızda yayınlanan söyleşisini paylaşarak rahmetle anıyoruz.

“Kendimi Zamansal ve Mekânsal Gurbette Hissediyorum”
Filmlerinizi izlediğimizde bir dünya gördük aslında. Hakikaten hepsini bir bir irdelemeye kalktığımızda burada saatler geçirmek dahi mümkün. Sözü uzatmayıp sormak istiyorum. Ahmet Uluçay’ın sinema, hayat ve görsellikle ilişkisi nedir?
O kadar şey oldu ki… Yani bir derdim vardı anlatmaya çalıştığım kamerayla, sonuçta bunlar çıktı ortaya.
 
Daha ilk filmde bir kendilik ya da kendiliğindenlik durumu var. Hem hayata yaklaşımınız hem sinemayla olan ilintiniz, belki hayatın görsel yeniden ifadelendirilişi ve bunun yine sinemasal bir dille yazılımı bu filmlerde mevcut. İlk filmlere baktığımızda, otobiyografik unsurları görüyoruz. Optik Düşler’de, bir köy ortamında, çok küçük yaştaki çocukların kendi iç dünyalarının itilimleri gereği o görüntü denen eşsiz, benzersiz dünyayla adeta sihirli, esrarengiz bir âlemle ilintiye girmelerine tanık oluyoruz. Hem hayatlarını o çerçevede anlamlandırmaya çalışıyorlar, hem de onun büyülü dünyasında aslında bir keşif yolculuğuna çıkıyorlar. Filmde önemli olan o çocuksuluğun sinemayla ilişkisi, görsel olanla hayatın belki birbirine yedirilişi, hayatın bir yerde görüntülemeyle ya da imgelemeyle yeniden yazılımı gibi, yani bir metne dönüşümü sözkonusu.
Sinemayı, daha doğrusu sinema makinesini ilk tanıdığımda küçük bir çocuktum. Ya üçüncü ya da dördüncü sınıfa gidiyordum. O bana Alaaddin’in Sihirli Lambası gibi gelmişti.

Sizi sinema yapmaya iten neydi? Zamanı kontrol edebilme isteğinizi sinemayla gerçekleştiriyorsunuz sanki.
Hayır, hayır. Hiçbir şey şunu şunu yapayım da şu anlam çıksın diye değil. Ben sadece içgüdülerimle, çok sezgisel sinema yapıyorum. Yani ben bildiğim her şeyi unutarak sinema yapıyorum.Ama zaman deyince, fâni olmak, yani bir şeyin akıp gitmesi ve bir daha geriye döndürülememesi bana inanılmaz acı veriyor.
 
İnci Denizin Dibinde filminizde mumlardan damlayan taneciklerle zamanın, saat mekanizmasının durdurulması çok ürkütücüydü.
İşte zamanı imgelesin, zamanın durmasını imgelesin diye yapmadım onları. Yalnızca benim içgüdülerim dedi ki: Ya bunu çek! Daha sonra bazı yönetmenlerin söyleşilerini okuduğumda benim gibi düşündüklerini görünce çok sevindim; yalnız olmadığımı gördüm. Aslında beni sinema yapmaya iten temel neden şu: Şu ânı bir daha geri döndüremeyeceğiz, geçip gidecek. Bu benim için inanılmaz bir kayıp. Fakat insan olarak o kadar aciziz ki… Her şey gidiyor ve geriye dönmüyor. Bir takım sevdiklerimiz ölüyor, zaman akıyor, dünya akıyor ve hiçbir şey geriye dönmüyor. Acaba onları bir şekilde böyle konserve yapabilir miyiz? 
Ben çocukluğuna ağlayan birisiyim hâlâ. Kendimi hem zamansal hem de mekânsal gurbette hissediyorum. Çocukluğum gitti ve geriye dönmüyor. Bir şekilde onu zapt edebilir miyim? O her an için benim cebimde kalabilir mi? Ve istediğim zaman ona dönebilir miyim? Yani fânilik insan olarak kaderimiz. Fâniyiz biz, öleceğiz bir gün ve her şey yok olacak. Mutlak anlamda yok olmayacak tabii, o yok olmadan söz etmiyorum. Bunun bir daha geri dönmemesi, elimizden akıp gitmesi, oradaki acziyetimiz. Belki beni sinema yapmaya iten temel neden bu.
 
Yani sinemayla geçmişe tekrar dönmek gibi bir çabanız mı var ya da en azından onu görüntülemek?
Elbette geçmişe dönmek mümkün değil; bu bir avuntu. Nasıl geçmişe dönebiliriz ki? Mümkün değil. Oranın bir kokusu, sıcaklığı vardı.
 
Bazı filmlerdeki malzemeler, diğer filmlerde tekrar kullanılıyor. Meselâ yumurtalar… Bu malzeme yokluğundan mı yoksa çok beğendiğinizden mi?
Çok beğendiğimden. Aslında uzun metrajlarımın eskizlerini yaptım bu kısa filmlerde. O sepetin içindeki yumurtaları, uzun metrajımda kullanmayı düşünüyorum. Malzeme bulamadığımdan filan değil. O benim için hayatımda çok öznel bir şey. Yani hayatıma mikro bakmayı çok seviyorum. Her şeyin mikroda gizli olduğuna inanıyorum. Bakıp da yumurtaya can veren Allah derler ya. Cansız gibi görünen yumurtanın yirmi bir gün sonra bir canlıya dönebilmesi… Bu beni çok heyecanlandırıyor. Zaten çocukken hep böyle tavuklar, civcivlerle falan uğraşırdım.
 
Cinler, gölgeler de hep tekrarlayan unsurlardan.
Onlar benim korkularım. Cinler, gölgeler, korkularım benim. Onları filmlerimden kovsam hayatımdan kovamıyorum. Hayata öyle bakıyorum. Yani bu da bir şekilde acziyet.
 
Tarkovski de hayatın içinde tekrarın önemli olduğunu vurgular. Filmlerinizde kullandığınız özel efekt gibi görünen bütün o buluşların hepsi el yordamıyla yapılan çalışmalar. Yani hiçbir laboratuvar ya da bilgisayar uygulaması yok. Sizinki adeta bir organik sinema. Tamamen tabii bir ortamda gelişen ve var olan malzemeden üretilen bir sinema.
Işıkla, gölgeyle, görüntüyle oynamayı çok seviyorum; hamur gibiler benim elimde. Godzillalar, King Konglar vardı benim çocukluğumda. On üç-on dört yaşlarımda çok doğru bir şekilde onları çözümlediğimi görüyorum şimdi. Kendinize bir hedef koyduğunuzda mutlaka oraya gidecek bir yol vardır. Meselâ bizim çalışma yerimiz küçücük bir oda, tozlu bir yer. İçerisi Disneyland gibi, her istediğinizin bulunabildiği bir yer. Ve benim çok yetenekli bir arkadaşım var, her şeyi yapabilen inanılmaz ellere sahip.
 
Yurt dışında da gösterimleri oldu herhâlde kısa filmlerinizin değil mi?
Filmlerimi yurt dışına gönderdim. Hepsi de format düşüklüğünden yurt dışında gösterim şansı bulamadı. Çekimleri Betamax bir videoyla, dünyanın en kötü kamerasıyla (o kamerayı bugün yarın elektronik müzelerinde görebilirsiniz) yaptık. Arkasında videoyu taşıyorduk; 220 volt olmayan yerde çalışmıyordu. Bunun için otomobil aküsünden 220 üreten bir alet yaptık. Mutlaka her filmimde teknik bir kusur çıktı. En son filmde de “hiiii” diye bir ses vardı. Kamera bir arıza yaptı ve motor sesi girdi baştan sona kadar. Şeytan parmağını soktu.
 
Filmlerinizde iç dünyanız, algınız öne çıkıyor, toplumsal boyutta bir mesaj vereyim, insanlar bunu anlasın gibi bir kaygınız yok. Bu tavır sizde bir evre mi, kimlik mi? Yoksa bu zaten kendi başına bir mesaj mı?
Ben buradayım, kamera burada. Ben olduğum yerdeyim. Oradaki her unsur, her seçim çok bilinçli yapılmış değil. O, ben olduğum için öyle. Acaba soruya yanıt oldu mu bu?
Ben karanlığa yazılmış bir mektup olarak görüyorum filmlerimi. Yani birilerinin yüreğinde yansısını bulur. Bence bütün semeresi de budur sanat yapmanın, o emeği, o çileyi çekmenin.
 
Filmlerinizde anlatmak istediğiniz temel mesele ne?
Bethooven’a sormuşlar: “Sen bu parçada neyi anlatmak istedin?” Çalmış, “bunu” demiş. Tabii ki filmlerimde bir şey anlatmak istiyorum. Bir derdim var ve bunu kekeleye kekeleye de olsa anlatıyorum.
 
Sinema bir anlamda boğa güreşlerinin yapıldığı bir arena. Girdiğiniz alan ile sizin tavrınız birbirine çok uzak gibi görünüyor.
Kendi kendime çok sordum: Yav ne işim var benim burada? Gidip orada sakince yaşamak, başka bir iş seçmek varken. Zaten benim hayatım hep tezatlarla dolu; siyah beyaz, siyah beyaz, siyah beyaz…
 
Cinler, periler, şeytanlarla aslında korkularımı, şeytanlarımı, cinlerimi paketliyorum, gibi bir şey söylüyorsunuz. Zaten bundan başka bir şey de değil yaşananlar mı diyorsunuz?
Bu tür hikâyelerle büyüdüm ben. Öyle bir köy… Güneş battıktan sonra o sokaktan geçme derlerdi. Ama geçersin oradan. Bu kaşıntı gibi bir şey. Bir yerinizde bir yara çıkar, hem kaşınır hem acır. Hem korkarsınız hem o hikâyeleri seversiniz. Herhâlde böyle bir şey olsa gerek. Devamlı anlatırlardı. “Ya vallahi gördüm. Şuradan geçti, şu tarafa doğru koştu, gitti.”, “Yav ne gördün?”, “Şeytan gördüm.” derlerdi. Böyle acayip bir dünyaydı bu. Sinemanın ta kendisi.        
Bir sokak vardı bizim köyümüzde. Kimse oradan asla gece geçemezdi. Düşünsenize böyle bir dünya… İnsanlar görünmeyen bir şeye inanıyorlar. Ama artık insanlar inanmıyor. Cin de olsa, Allah da olsa, melek de olsa eskiden insanların inandıkları bir şey vardı. Şimdi böyle bir dünya gitti, kayboldu. İnsan bunun özlemini çekmez mi? Ben çekiyorum. Gaybe, görünmeyene inanmak. Necip Fazıl’ın bir sözü vardı: “Bir kumarbaz, bir marangozdan daha fazla Allah’a inanır. Çünkü o görünmeyene güvenmiştir.” Görünmeyen, görünenden çok daha ilgi çekici ya da bana öyle geliyor.
 
“Kendinize özgü bir dünya yaratmak” için sinema bir araç oluyor. Dediğiniz gibi meselâ görünenle, somut olanla, var olanla yetinmeyip bir gayp arayışına girmek…
Yav o dünyayla zaten sinema birbirine çok benziyor. Orada da gölgeler… Ben bir sinema makinesi yaptım hayatımda. Sinemanın, o makinenin nasıl çalıştığını çok iyi bilirim. Filmin yapısını, nasıl pozlandığını iyi bilirim; objektifi, ışığı, şunu bunu bilirim. Ama hiç kimse beni o şekilde çalıştığına inandıramaz. Sinema makinesi denilen o alet, projeksiyon, benim gözümde Alaaddin’in Sihirli Lambası olmaktan bir adım öteye geçemedi. Ben hâlâ büyülü bir şeymiş gibi bakıyorum. O dünyayla da sinemayı ayıramıyorum birbirinden. Tabi diğer tarafta onun bir araç olduğunu da biliyorum ve bir araç olarak kullanıyorum onu. Yani kendisiyle kendisini anlatıyorum sinemanın.
 
Yapmak istediğiniz sinemayı nasıl tanımlarsınız?
Geçenlerde Yavuz Turgul’la yapılmış bir söyleşiyi okudum, diyor ki: “Herkes sanat sineması yapmak istiyor. Birisi gelip de demiyor ki, ben işte öykümü çeşitli lezzetlerle öyle anlatacağım ki binlerce kişi sinemaya koşacak.” Kendi kendime dedim ki: “Ben bunu istiyorum işte.” Binlerce kişi sinemalara koşsun benim filmimi seyretmek için. Ama ben o filmi yaparken kendi sinema anlayışımdan zerre kadar ödün vermeyeyim. Son yaptığım uzun metrajda yapımcım Ezel Akay bana dedi ki “Biraz eğlenceli olsun film. Tamam mı? Neşeli bir şey olsun. Şöyle şöyle yap, ama kendi sinemanı yap gene”. Yav nasıl olur, nasıl olur? Bir senteze vardım ve çok güzel bir şey ortaya çıktığına inanıyorum. Ha tabii, buna on bin kişi gitmeyecek. Çünkü ben orada Okan Bayülgen’i oynatmadım ya da Mehmet Ali Erbil orada sırıtmıyor. Ama sadece yüz elli, iki yüz kişinin seyrettiği cep sinemalarında oynayan filmler kadar da kendi içine dönük değil. Yani seyirci avlamak adına bayağılaşmayan bir sinemanın ne zararı olabilir ki? Varsın kazansın tabii.
 
Filmleriniz İran sinemasını akıllara getiriyor. İran sineması’nı takip ediyor musunuz?
İlk iki filmimi çektiğim zaman Nuri Bilge Ceylan’la tanıştım. Çok sevmişti filmlerimi. İran sinemasını o gösterdi bana. Ben o güne kadar İran sinemasını görmemiştim. Çünkü benim memleketimde sinema yoktu geçen yıla kadar; bir yıl oldu sinema geleli. Televizyonda falan da görmedim ya. İran sinemasını bana Bilge tanıttı. Evinde CD’lerden, kasetlerden seyrettirdi. Ve çok sevdim. Bana benzeyen insanlar da varmış diye çok mutlu oldum.
 
Kısa metraj filmlerinizde fazla diyalog yoktu. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak adlı uzun metrajlı filminizin farkı ne olacak?         
Sabahtan beri görsellik, ışık, gölge diyen bir adamım. Tabii ki görselliğe dayalı olacak. İnsanlar çok az konuşur. Uzun metrajda kısalardan biraz daha fazla diyalog var, daha fazla gündüz var. Işıkları açtık. Birazı kasabada, bir bölümü de köyde geçiyor. Köyde insanlar az konuşuyorlar. Bu bilinçli bir seçim değil, bu böyle.
 
Filmde yine çocuklar olacak mı?
Ben filmleri yaparken, ya işte şunun bir nedeni var, bunu ben anlatayım gibi belirli bir tabana oturtmuyorum. Söyle kalbim. Kulağıma ne fısıldıyorsun? Onu çekiyorum. Aslında çok basit bir şey. Sürekli içimdeki çocuğun sesini dinliyorum. Son filmde profesyonel bir ekiple çalıştığım hâlde -yirmi beş kişilik kalabalık bir ekip- hâlâ orada biz, küçük anlaşmazlıklar olsa da, evcilik oynar gibiydik.
Çocukların olduğu yerde zaten bir şeyler oluyor; kuşlar filan uçuşuyor, ne bileyim çiçekler açıyor. Çocuklarla bir başka dünya oluyor. Çocuksuz da bir film çekmeyi asla düşünmüyorum. Yani gene böyle sezgisel gidiyor. Çok bilinçli bir seçim yok aslında. O orada zaten, benim kafama ilk doğduğunda da o orada oluyor. 
 
İleriye dönük projeleriniz arasında bu kısıtlanmış, zor şartlar altındaki çabanıza dair bir film yapmak var mı?
Var, var. Bozkırda Deniz Kabuğu diye bir filmim var.
 
Biraz bahseder misiniz?
Köyünden hiç dışarı çıkmamış bir çoban çocuk, 14-15 yaşlarında. Köy merkez, çevre dağlar ufuk, sınır... Dünya onun için o kadar. Bu dağların arkasında ne var hiç görmemiş. Dışarıyla tek bağı, oradan geçen bir parça demiryolu. Tren geliyor, görünüyor ve kayboluyor; birkaç dakikalık... Bir gün tren iki dakikacık… Yav şeyi anlatıyorum ben ama ya… Hata yapıyorum aslında.
 
Sinopsis hâlinde, sıkıştırarak anlatın isterseniz…
Bir gün tren iki dakikacık arıza yapıyor. Bakıyor orada kentsoylu küçük bir kız var, kendi yaşlarında. Tren yavaş yavaş yürümekte. Kız, çocuğa bir şey vermek için ceplerini karıştırıyor; beyaz bir mendil veriveriyor çocuğa. Çocuk hayatında bir kere gördüğü bu kıza âşık oluyor. Filmin sinopsisi bu. Tabii gene cinler, şeytanlar, karanlık sokaklar, gölgeler var.
 
Hangi ülkelerin sinemalarını seyrediyorsunuz ya da hangi yönetmenleri beğeniyorsunuz?
Çok intizamlı seyretmiyorum. Okumalarım da öyle. Düzgünden kastım da şu: Dostoyevski külliyatını bitireyim, vay ondan sonra Hemingway’e geçeyim yok. Yani elime geçince ya da okumam gerektiğine inandığım şeyleri okuyorum. İtalyan Yeni Gerçekçiliğini, Fransız Yeni Dalga’yı, Rus Sineması’nı çok seviyorum. 
 
Peki Türk sinemasının geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? 
İki ya da üç kişi sırtına aldı Türk sinemasını götürüyor. Metin Erksan, Lütfi Akad… Yani bu isimler dışında, Yılmaz Güney dışında hangi isim aklımıza geliyor? Var mı Türker İnanoğlu ekolünden bir başyapıt diyebileceğimiz? Tabii başyapıt Türk sinemasında ya bir ya iki çıkar. Yavuz Turgul’u çok seviyorum. Ama Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan ve belki bir iki arkadaş daha onunla beraber Türk sinemasını götürür. Onları gördüm ya, artık gözüm arkada kalmaz. Türk sineması iyi bir yere gidiyor.
 
Sinema dışında herhangi bir işiniz var mı?
Ben köyümde Tarımsal Kalkındırma Kooperatifi’nde işçiydim, oradan emekli oldum. Sinemayla geçiniyor muyum? Bugüne kadar filmlerden aldığım ödüllerle geçindim. Bu komik ama böyle oldu. Zaten minimal bir hayatım var. Bundan sonra ne olur bilmiyorum.
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..