Tablo Gibi Tabaklar, Halka Açık Mutfaklar
HAYAL PERDESİ - Yorum 27.02.2015

Tablo Gibi Tabaklar, Halka Açık Mutfaklar

 
Yıllar önce Oktay Akbal bir yazısında başörtülü öğrencilere laikliğe aykırı kılık kıyafetle tahsil görmek için ısrar etmek yerine mutfaklarına dönerek kendileri gibi yobaz bir kocayı beklemelerini öğütlemişti. “Mutfak” böyle bir bakış açısında eğitim görmesi, meslek sahibi olması gerekli olmayan kadının alanı olarak tanımlanıyor. İkinci dalga feminizmin de altını çizdiği bazen aşırı gömülme sebebiyle boğulma duygusuna yol açan bir sorumluluktur mutfak uğraşıları. Gönlümüze göre uygun bir vakitte yemek yapmaya koyulmuyorsak, belli bir rutinle yemek yapma sorumluluğumuz varsa,  bir yerde işin zevkinde körelme yaşanması kaçınılmaz. Ev kadını olarak aşçıya “Eline sağlık” denilir, ustalığı övülür. Fakat bu ustalığın kişiliği apayrı bir haleyle donatması için galiba artık ille de kamusal bir onay, dolaşım, taltif gerekiyor. Ev yemeklerinin gördüğü yeni ilgi kuşkusuz bir ihtiyacın fark edilmesiyle sürüyor. Marifetli ev kadınları için emeklerinin ve becerilerinin başka türlü alımlanmasını mümkün kılan sunumlar evin sınırlarını aştıkça ustalığın, hünerin altını çizen bir mahiyet kazanıyor. Tencere yemeğinin, geleneksel lezzetlerin kazandığı yeni itibar, aile içindeki ilişkileri de dönüştürüyor aslında. Sunulan yemeğe verilen emeğin ve sofrada alışılmış kabul gören öğünün öylesine tabii karşılanan hazırlanma süreci üzerine yeniden düşünülüyor olsa gerek. 
 
Martin Provost’un 2008 yapımı -Senlis’li Seraphin olarak da tanınan- şaşırtıcı Fransız ressam Serafine Lusie’nin hayatından esinlenerek çektiği Séraphine bu açıdan bir hayli ilginç sahneler içeriyor. Tencerede karışan su mu çorba mı boya mı, o büyüleyici rengin sebebi bir tür sos mu yoksa adını bilmediğimiz bir ot mu? Hizmetçi kadının hayatında kirli ve temiz olan kadar çirkin ve güzel, tabii ve sentetik olan da birbirinin içinde. Fakat başkalarının kirine dayanmak için bir arı gibi dünyadan derdiği güzellikleri gece tablolarına işliyor. Başka türlü yaşayamaz, farklı nasıl olabilir kestiremiyor, Seraphine için bir tablo hayatının kendine has ayrıntılarıyla bütünleşen bir kesit. Kırları çiçekleri sevdiği için resim yapıyor, ancak ressam kişiliğini gündelikçi kadın kişiliğinden ayırdığı söylenemez. Onun sofrası, tabloları. Bununla gelen beğeniyi önemsese bile biricik amacı kılmıyor. İnsanlarla arası fazla iyi sayılmaz, böylelikle tabiatı tanımaya ve dermeye devam ediyor. Çarşaf yıkıyor, vernik alıyor. Mutfağının, kır gezilerinin ve tablolarının renkleri birbirine karışıyor. Aç kalıyor, renklere sadakatini koruyor. Hayat onun parmaklarında sanata karışıyor, sanat da -bazen örtük bir suçluluk duygusuyla ve bazen de muzip bir gülümsemeyle- hayata… 
 
Reçel, murabba, turşu, marmelat, tarhana yapan kızlar bazen bir Aida Begiç (Kar; Bosna), bazen de bir Ali Refei (Balıklar Âşık Olurlar; İran) filmiyle çıkıyorlar karşımıza. Hayal ürünü değiller, sunuldukları sahneler ne kadar olağanüstü gelse de.Mutfak becerisi sokağa uzandığında, bir lokantanın, aşevinin mutfağı ve vitrinine aktarıldığında yepyeni bir nitelik kazanıyor: Evde çoğu kez olağan gelen ve görevle ilişkilendirilen cadde üstündeki lokantada yeni bir mahiyet kazanıyor.  Ardımızda bıraktığımız yüzyılın sanat anlayışı da bunu demek istemiyor muydu? “… Sanatın esersizliğe doğru yönelimi, bizzat sanatın kendisinin ayrı faaliyet olarak yok olması gerektiğini, yaşam olarak gerçekleşmesi gerektiğini ortaya koyar” diye yazıyor Alain Badiou, Yüzyıl kitabında. (Sel, sf. 163) 
 
Mutfakta Neler Oluyor?
Fakat hazır yemeğin bazen zorunlulukla boyun eğilen gizemli yapısının tedirginliği karşısında kamusal alan mutfakları, çeşitli buluşmaların olduğu kadar çatışmaların da alanı olmaya başladı. Dünya mutfaklarının ilginç sahneleri görsel olarak bir filmi cazip kılabiliyor; bunun bir örneği Lasse Hallström’ün (yapımcılığını Spielberg’in üstlendiği) Türkiye’de Aşk Tarifi ismiyle gösterime giren filmi, The Hundred-Foot Journey (2014). Film, ülkeleri Hindistan’dan uzaklaşmak zorunda kalan Kadam ailesinin Fransa’nın güneyindeki bir köyde açtıkları Hint lokantasının Madam Mallory tarafından işletilen klasik Fransız lokantasıyla yaşadığı gerilimi konu alıyor. Müslüman Kadam ailesi kaç kuşak boyunca yaşadıkları Bombay’da maruz kaldıkları saldırı sonucu ailenin annesinin ölümünün ardından bir Batı ülkesine yerleşmeye çalışıyor. Seçeneklerini mutfak zevki üzerinden tartma gereği duymaları ilginçtir. Kuşkusuz zaafları olan bir film. Ailenin hem ülkelerinde hem de Fransa’da maruz kaldığı tehditlerin Müslümanlıklarıyla bağlantısını seyirciden gizlemek için kılı kırk yarmış yönetmen. Senaryonun akışında ister istemez kendini belli eden İslamofobinin layıkıyla işlenmekten uzak durulmasının sebep olduğu boşluk, Hint mutfağının canlı renkleriyle telafi edilmeye çalışılmış.
 
Türkiye gösteriminde Aşk Tarifi ismine layık bulunan bir diğer film, Scott Hicks’in 2007 yapımı No Reservation’ın hikâyesi ise Manhattan’da bir restoranda ve neredeyse bir mutfak ortamında geçiyor. Aşçıların renkli ve yeniliklere açık ya da donuk, kuralcı mizaçlarının çatışmasının hem mutfak ortamına hem de yemeklere ve sunumlara yansıması, bir aşk hikâyesi eşliğinde konu ediliyor. Hata kabul etmez, otoriter, kuralcı kişiliğin tarifiyle renkli, esnek, paylaşıma ve eleştiriye açık olanın tarifi çatıştığında ikincinin galip geleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Her iki Aşk Tarifi filminde de modernizmin Batı merkezli egemenlikçi bakışının karşısında postmodern dönemlere özgü sayılan farklı kültürlerin kimi sosyologlar tarafından aceleci bir tanımlama ihtiyacıyla  “melez renk ve desen” olarak ifade edilen yönlerini görme ve gösterme ihtiyacı kendini duyuruyor.   
 
Türk Sinemasında Mutfak
Mutfak kuşkusuz apayrı bir otorite tonunun hâkim olduğu bir alan. Yemek yanabilir, tatsız olabilir, uyumsuz tarifler hastalıklara yol açabilir. Hayatın seslerine, renklerine açıklıkla mutfağa yönelik dikkat arasında bir ilgi var. Herhangi bir lokantada yediğiniz türlü ya da İnegöl Köftesi nasıl hazırlanıyor acaba? Türk sinemasında mutfak layıkıyla işlenmiş değil, ilginçtir. Mutfak mekân olarak çeşitli komedilerde çalışanlarının filme kattığı zenginlikle öne çıkıyor gibi görünse de yemek pişirme ve sofra sahneleri aynı oranda ön plana çıkmamıştır.  Bu açıdan Zengin Mutfağı (Başar Sabuncu, 1988), yemeğin sunan kişiye sağladığı otoriteyi ve iktidar alanını irdelemesi itibarıyla ilginç hatta şaşırtıcı bir film. 1980’lerde solcu yönetmenlerin çektiği filmler arasında da aydın sinizminin ötesine geçen konusuyla çarpıcı olduğu söylenebilir. Zengin Mutfağı, ideolojik kavgasında halk desteği açısından hayal kırıklığı yaşayan aydının Heideggerize bir tutumla dikkatini hayatın başka alanlarına çevirme ihtiyacını yansıtan bir film aynı zamanda. Mutfak, hayatın başka türlü bir merkezi, geçiş alanı, sığınağı, otoritenin kendini gözden geçirdiği ve güvenini tazelediği ara bölge. O açıdan bakılacak olursa Zengin Mutfağı filminin bütün klişeleriyle birlikte öngörülü bir film olduğu söylenebilir.
 
Sinemanın mutfakta görmek zorunda kaldığı sadece 18. yüzyıl natürmort ressamlarının duyarlığını hatırlatan bir güzellik arayışı değil, kuşkusuz. Mutfağın bütün merkeziliğine karşılık sanat ve edebiyatta geri planda tutulması, kadınların hayatının önemli bir bölümün göz ardı edilmesi anlamına geliyor. Bir sanat olarak mutfağın hemen yanında bir zorunluluk olarak mutfağı da görmek gerekiyor öyleyse. Lütfi Akad, sinemasında mutfağın inceliklerini göstermeyi önemsemiş bir yönetmen. Anadolu mutfağını tanıdığını, insanların yemek yaparken kullandıkları dilin sadeliğinden etkilendiğini gösteriyor sahneleri ve diyalogları. Kadın kahramanların öne çıktığı üçlemesi Gelin (1973), Düğün (1974) ve Diyet 1975), kalabalık sofraların kurulup kaldırıldığı, yemek hazırlama ve pişirme sürecinin gerçekçi bir şekilde tasvir edildiği sahnelerle örülü. Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı Meryem’in gelin olarak köyden şehre göç etmiş ve gecekondu mahallesinde hayata tutunmaya çalışan geniş aile içinde hayata bakışı,  ev içinde kıymeti bilinmeyen emeğinin sanayide kazandığı mahiyet üzerinden değişmeye başlamış değildir gerçi. Kazanç yolları söz konusu olduğunda kayınpederinin torununun ölümünü yol açacak kadar hırslı bir tutum sergilemesi,  özverili ve hamarat gelin Meryem için geniş aileden kopmasını getirecek büyük bir darbe olur.  
 
Bir Direniş Aracı Olarak Mutfak
Bir çıkmaz sokağa terk edilmiş kadınlar mutfak maharetlerini evde maruz kaldırdıkları haksızlıklar yüzünden tükenmemenin sanatına dönüştürüyorlar. Anne-kızın terk edilmeyi ve unutulmayı, vefasızlığı ve umutsuzluğu bir tabloyu andıran yemeklerin sunumunun güzelliğinde aştığı hissine kapılıyor seyirci Balıklar Aşık Olurlar’ı izlerken. Reçel kazanları kaynıyor, salata tabakları bir Jan Van Huysum tablosunun (ve pek çok Hollandalı ressamın eserlerinin) renklerini, desenlerini çağrıştıran görünümleriyle arka arkaya tezgâhlara diziliyor. Turşu, konserve, tarhana, reçel… Türkiye’nin ilk köy kadın derneği olan Saitabat Köyü Kadınlar Derneği’nin üyelerinin ürettiği ahududu reçellerinin ünü ülke sınırları aştı. Saitabad Köyü kadınları mutfak maharetlerini derneğin damındaki üretim alanına taşırken birbirlerinden yeni tarifler öğrendiler ve çevre köylerdeki kadınlara da ulaştırdılar bu tarifleri. Ev mutfağında yıllar akıp giderken yorgun düşen ellerin mesela altmış altı yaşındaki Fikriye Hanım’ın bir dam üstünde saatlerce çalışmanın şevkini yansıtmasını nasıl açıklamak gerek?
 
Katmer gibi Anadolu’nun çeşitli yörelerinden farklı tarifleriyle karşımıza çıkan bir hamur işinin İstanbul’da yaygınlaşması, Çamlıca’da halka açık hizmet vermeye başlayan ilk lokantalarla birlikte başladı. Bir yiyeceğin çekirdek ailenin dar mutfağında yapılma şartlarıyla halka açık bir mutfakta yapılması arasındaki farkın o yiyeceğin lezzetini olmasa da “değerini” artıran bir etkisi oldu, kamusal bir açılımı olan mutfakların. Arkadaşım C. kocası evi terk ettikten sonra mantı yaparak, evlere ve okullara pazarlayarak iki kızını okuttu. Şimdilerde okul toplantıları için mantı, börek, mercimek köftesi, zeytinyağlı yaprak sarması,  ayçöreği gibi yiyecekler yaparak evini geçindirmeye devam ediyor. Hazırladığı yiyecekleri bazen kadın günlerine bizzat götürüp servisi de kendisi yapıyor. Servise katıldığı durumlarda kendini daha mutlu hissettiğini fark ettim.
 
Benim kuşağım kamusal katılımın imkânlarına yoğunlaştığı bir ara dönemin ardından katkısız üretimin değerine inandığı için de mutfakta mesai harcamayı gerektiren tariflere geri dönen bir kuşak. Otların, kefirin, kuşburnunun, kengerin kıymetini orta yaşlarda takdir etmeye başladık. Gerçi ben daha gençler arasında da benzeri bir ilgiyi gözlemliyorum. Onların evle ilişkisinde -evden kaçmaya çalışan bizim kuşağımıza göre- daha esnek ve konformist bir ilişki var. “Mataramda Erik Suyu”başlıklı yazımda birkaç yıl önce tanıştığım Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin Türkiyeli öğrencileriyle ilgili izlenimlerimi anlatmıştım. Sıcak yaz günlerinde kola içmemek için yanlarında evde yaptıkları erik suyu taşıyorlar.
 
“Bütün iyiliği ve güzelliği geçmiş zamanın sayfalarında arayan muhafazakâr yazar belki tanımaktan uzak duruyor, ama gerçekten de reçel ve marmelat yapmaya devam eden kadınlar, yaprak sarması ve mantı yapmaya meraklı genç kızlar var şimdiki zamanın hanelerinde.” (1) 
 
Ev kadınlığını, mutfak mesaisini hor görüyle anmaya sebep olan modern zamanların üretim fukarası evi, maharetli kadının sevgisiyle harmanlanmış emeğinin kıymetini layıkıyla değerlendiremeyecek kadar dar ve boğucu üstelik. Sanat kültürün oluşturduğu bir yarayı onarma çabasıysa, hayat tarafından görevini yerine getirmeye çağrıldığında bu dar evlerin mutfaklarından yayılan hikâyelere de ister istemez yönelmek zorunda. Evden kamusala açılan mutfakları melez desen yorumlarının ötesinde maharetli ellerin çilesini, hayat mücadelesinin simalarda oluşturduğu asaleti işleyecek şekilde gören nitelikli filmlerin sayısı artmalı. Özene bezene hazırlanmış bir yemek tabağına gösterilen ilginin kısacık zamanına karşılık aynı tabağın defalarca ihtimamla hazırlanabilmesinin ihtiyaç duyduğu nitelikler üzerine düşünmemizi sağlayabilir, iyi çalışılmış filmlerdeki mutfak sahneleri. (Cihan Aktaş)

 

(1) http://www.dunyabulteni.net/?aType=yazarHaber&ArticleID=15633

    

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..