Söyleşi
Tolga Karaçelik SÖYLEŞİ:Aybala Hilal Yüksel Beğeni toplayan ilk filmi Gişe Memuru (2010) ile tanıdığımız yönetmen Tolga Karaçelik, ikinci filmi Sarmaşık ile önümüzdeki film sezonunda isminden söz ettirecek gibi görünüyor. Film, armatör liman parasını ödemediği için yiyecek ve içecek kıtlığıyla gemide mahsur kalan altı gemicinin hikâyesini anlatıyor. İlk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapan Sarmaşık, 14-20 Eylül tarihleri arasında 22. Uluslararası Altın Koza Film Festivali kapsamında gerçekleştirilecek Ulusal Yarışma’nın favorilerinden. Karaçelik ile filme kaynaklık eden hikâyeyi, Sarmaşık’ın mürettebatı arasında yaşananlardan yola çıkarak otorite, hiyerarşi ve iktidar ilişkilerini konuştuk.
18.09.2015 Komedi Çekiyorum Gerilim Zannediliyor

Sarmaşık’ın hikâyesi nasıl ortaya çıktı?

Gişe Memuru’nu çekmeden üç-dört sene önceydi, bir arkadaşımın evinde çevirmenlik yapan bir arkadaşıyla tanışmıştım. Çevirdiği hikâyede, kaptan yağcıyı bıçaklamış ve gemiyi demirleme alanında tutmuşlar, bunu anlatıyordu. Cebelitarık’ta tutuklanan geminin kaptanı yetkililere şöyle bir mektup yazıyordu: “Eyvallah, ben bu adamı bıçakladım ama benim kadar siz de suçlusunuz.” Bu beni çok etkiledi. Gişe Memuru’na hazırlanırken bir sabah, ben bu filmi çekmeliyim, diye uyandım. O zamandan beri kafamda olan bir hikâye bu. Çevirmen arkadaşı da hiç tanımıyordum. Yollarımız kesişirken bu hikâyeyi verdi ve gitti.

Kuru yük gemisinde bu tip hikâyeler çok yaşanıyor. Bu hikâyelere aşinaydım, eskiden yaptığım meslek gemicilikle alakalıydı. Gemi otorite, hiyerarşi ve iktidar ilişkilerini inceleyebileceğiniz bir deney alanı. Birilerinin iktidara boyun eğdiği bir düzlemi incelemek için olanaklı. Çünkü binlerce yıldan beri oluşmuş, kendine has kuralları var.

Gemideki kurallar çok gariptir. Mesela gemide birinin ayağı takılırsa kimse gülmez. Çünkü gülersen yirmi dört saat içinde aynı şeyin başına geleceğine inanırlar. Ve gerçekten garip bir şekilde de gelir. Bu kanıtlanmış, kesin bilgi, bunu tartışmıyorlar. Mesela ben çok inançlı veya takıntıları olan bir insan değilim ama gemiye sağ ayağımla girerim.

Filmi ne zaman çektiniz?

Filmi 2014 yılının Nisan ayında bitirdim. Post-prodüksiyon süresi Kasım’da bitti.

Sarmaşık için psikolojik gerilim diyebiliriz sanırım. Sınırlı bir mekânda oyunculara çok fazla iş düşüyor. Özellikle Nadir Sarıbacak çok iyi bir iş çıkarmış. Oyuncularla nasıl çalıştınız?

Ben oyuncuyla çalışmayı çok seven bir yönetmenim. Oyuncuyla çalışmaya yazma aşamasında başlıyorum. Yazarken kendim de oynuyorum ve yazdığım repliklerle diyaloglara çok önem veriyorum. Bu diyaloglar mota mot aynı olmak zorunda değil tabii ki. Ama ritim benim için önemli ve ritmi belirleyen şeylerden biri diyaloglar, karakter yaratımı. Bir hikâyenin de, bir oyuncunun da, bir karakterin de samimiyetini gösteren şey zamandır. Filmde en çok zaman olgusuna inanıyorum. Zamanla ilgili en önemli şeylerden bir tanesi ritim. Bu adamın ritmi ne, adam nasıl konuşur, bu adamın diyalogları nelerdir? Dolayısıyla diyaloglar değişebilir ama ritim değişemez. Senaryomuzun herhalde yüzde doksan yedisini orada görüyorsunuz.

Oyuncular repliklere bağlı kalarak karakterlerini o derinlikte yarattılar. Uyumlu olmaları çok önemli, bir tanesi başka diğeri başka telden çalamazdı. Beybaba’nın geminin koridorundaki yansımasıydı İsmail. Her bir karakterin diğeriyle ilişkisi iç içe geçmiş denklemlerdi. Biri birazcık başka oynasa olamazdı. Cenk’in bu kadar iyi gözükmesinin sebebi İsmail karakterini canlandıran Kadir Çermik’in oyunculuğu. Kadir de inanılmaz bir oyunculuk sergiledi. Hakan Karsak’ın oyunculuğu, Beybaba’nın otoritesini anlatmak için Osman Alkaş’a çok yaradı.

Oyuncu seçimlerinden bahsedelim isterseniz.

Nadir (Sarıbacak) benim dostum diyebileceğim üç-beş kişiden biri. On senedir beraber yürüdük. Beraber ürettiğimiz ilk şey Gevende grubunun Sulukule’de çektiğimiz klibiydi. Sulukule yıkılıyordu, Gevende’ye orada klip çekmiştim ve Nadir oynuyordu. Ondan sonra Rapunzel adlı kısa filmde Nadir’i oynattık. Yazdığım her şeyi gönderirim, fikrini alırım. O ona gelen senaryoların birçoğunu gönderir, sence neyi kabul edeyim, diye sorar. Nadir dostluğuna çok önem verdiğim bir insan. Çok güzel bir vicdanı var. Ona kötü, lanet bir adamı oynatmayı çok istiyordum. Türkiye’de ne yazık ki oyunculara oynadığı rollere göre rol teklifleri gelmeye başlıyor. Nadir’in gizli bir derinliği vardır. Cenk’i yazarken güzel oynayacağını düşündüm.

Alper’i oynayan Özgür Emre Yıldırım beni heyecanlandıran bir oyuncu. Öncesinde Alper rolü için Erkan Kolçak Köstendil’i düşünüyordum, kesindi kararım. O sırada Erkan Trabzon’da bir çekimdeydi ve oyuncu seçmelerine gelemiyordu. Dert değildi benim için de, Erkan’la yapacağımı düşünüyordum. Biraz daha bakalım dediler ve Özgür Emre Yıldırım geldi, aldı rolü ve onunla daha değişik çalıştım. Kendinden bir şeyler katmasını, replik olarak değil ama vücut dili bakımından kendine yakın olmasını istedim. Bir karaktere bürünmesinden ziyade Özgür Emre olarak Alper’i oynamasının peşinden koştum. Bence işe yaradı. Kadir’i (Çermik) ve diğer bütün oyuncularımı oyuncu seçmelerinde tanıdım. Çok önem veririm oyuncu seçmelerine, çünkü sadece tek taraflı bir şey değildir bu. Nasıl bir paylaşımda bulunacağımızı çözmeniz için ilk kilittir seçmeler.

Gemiye kapatılmış altı erkek arasında değişen güç dengeleri, iktidar ilişkileri öne çıkıyor.

Kesinlikle. İktidar ilişkisi yazarken benim en çok düşündüğüm şey. Geminin ana düşüncesi şuydu: “Bir gemi gitmiyorsa artık gemi değildir. Peki, o zaman kaptan ne yapar?” İşlevini yitirmiş bir otorite, hiyerarşisini devam ettirmek için ne yapar, bununla muhatap olan kişilerin aldığı pozisyonlar nelerdir? Tabii bunun psikolojik boyutları…

Kişilerimde sosyolojik bir saptamada bulunmadım. O onu temsil eder, bu bunu temsil eder demedim. Altyapıları böyle olan altı kişinin hikâyesini anlatmaya çalıştım. En korktuğum şey büyük laflar etmektir açıkçası. Ama filme koyduğum her şeyin benim dünya görüşüm ve benim gördüğüm resmin bütünlenmiş hâli olduğunu söyleyebilirim. Sadece o altı kişi hakkında olsa da, gördüğüm şeyi analiz edip, onu içimden birazcık daha çıkartmak ve çıkartırken de daha derine inmek için kullandığım bir metafor gemi.

Türkiye’deki farklı kimliklere atıfları var karakterlerin. Adı Kürt olan bir adam var.

Evet, kör göze parmak.

“Dinci” olduğundan bahsedilen bir adam var. Siz büyük laflar etmek istemiyorsunuz ama bir Türkiye alegorisi mi kurmak istediniz?

Filmimiz her türlü okumaya açık. Türkiye alegorisi kurmadım. Türkiye alegorisi gemilerde var zaten. Kürt gemici görmedim, diyor ya Cenk, doğru yani;
gemiciler Samsunlu, Adanalı, Giresunludur. Gemilerde alkolikler, uyuşturucu kullananlar, kumarbazlar ya da beş vakit namazını kılanlar vardır. İlk gittikleri zaman herkes kim nereden diye öğrenmeye başlar ve ona göre gruplarını oluşturur. Altı ay denizdesin, bu tip gruplaşmalar gemide olan bir şey.

Daha önce izlediğimiz Serdar Akar’ın Gemide filmi denizci filmi değildir. Denizciler sevmezler o filmi, çünkü onların “takarak” dediği kumcuları anlatır. Burada uzun yol yapan, yirmi beş bin tonluk bir kuru yük gemisinin sosyal gruplarını resmettim. Çok sefer yaptım bunu yazarken; gemicilik yaptım, tuvalet temizledim, raspa yaptım.

Türkiye alegorisi yaratmak için oluşturduğum karakterler değil bunlar. Tabii eklediğim bazı karakterler var. Mesela İsmail, biat etme kültüründen geliyor, otoriteyi sorgulamıyor. Kürt, ortada olmadığı zaman daha tehlikeli. Konuşmuyor, sessizliği en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Cenk, Adana Demirspor taraftarı. Karışmayın bana diyor, herkes dalgasını yapsın, insanlar insanlara karışmasın, diyor. Yazarken en çok bunu hissettim açıkçası. Bir bunu bir de İsmail’in korkusunu. Gezi’den önce senaryoyu sonlandırdım. Dolayısıyla biraz kıyaklar geçmiş olabilirim bazı karakterlere. Ama alegori noktasında söyleyeceklerim bunlar.

Beybaba sürekli birlik olmamız lazım, beraber olmamız lazım mesajları veriyor.

Ondan sonra da dönüyor, İsmail’i izleyeceksiniz, diyor. Sen benim gözüm kulağım olacaksın diyor Nadir’in karakterine.

Bazı karakterleri daha çok seviyorsunuz anladığım kadarıyla.

Hepsini seviyorum. Haklı adam, çok haklı. Şöyle bir şey var; “Süvari Bey” denir denizcilikte kaptanlara, kimse kaptan demez. Süvarilerin yaşça büyükleri ve saygı duyulanlarına Beybaba denir, öyle herkese de denmez. Her altmış yaşındaki süvariye de Beybaba denilmez, saygı duyuluyorsa denir. Beybabayla, süvariyle kimse konuşmaz. İkinci kaptan üzerinden hallederler her şeyi. Filmdeki durumda baştaki adamla alttaki takım arasında diyaloğu sağlayan ekip yok. Bilmiyor galiba bunu ve paranoya hâkim. Beybaba’nın en büyük sorunu bu. İktidarı elinde bulundurmak, kontrol aygıtları veya aradakiler yoksa, paranoya yaratır. O ettiği laf da paranoyakça. Bu çok anlaşılabilecek, insani bir şey. Sevmiyor değilim.

Gemideki gerilim giderek yükseliyor ve bir yerden sonra karşılıklı şiddete dönüşüyor.

Şiddete dönüştüğü zaman rahatlamıyor muyuz hepimiz? Film bitiyor zaten ondan sonra. Şiddetin sade kristalize olması lazım değil. O şiddet çoktan var zaten. Bakışlarda, konuşmalarda, sessizlikte, esprilerde, her yerde var.

Final sahnesi epey soru işareti bırakıyor.

Benim ilgilendiğim konu hayatta kalma içgüdüleri. Özellikle İsmail, Cenk, Nadir gibi karakterlerin var olan duruma ayak uydurup, bundan sonrasında ne yapacağız, diye sorma istekleri. İnsan olma hâlidir bu. Tamam, ilk başta “karışmayın bana” diyor ama ondan sonra “ne yapacağız?” O soruyla bitirmek benim için çok önemliydi: “Beybaba’nın anahtarı sende mi?” O soruyla bitmesi lazımdı. Şimdi ne olacak? Film o noktaya kadar insanların davranış biçimi, hayatta kalma arzusu ve o soruyla alakalı. Baştan beri söylediğim gibi gitmeyen gemi, gemi değildir ve kaptanla ne yapacağız… sorumuz bu. Onun üzerine bitiş cümlesi “Beybaba’nın anahtarı sende mi?” sorusundan başka olamazdı. Bence bu soru bu filmin karakterlerini ve hikâyesini en ahlâklı şekilde bitirmenin tek yoluydu. Öyle olduğuna inandım, o yüzden öyle bitirdim. Bir araya geldiler mi, evet. Bir araya geldiler mi, İsmail ne cevap verir? Nadir orada İsmail öyle cevap verirse ne yapar, Alper ne yapar, öbürü üçüne cevap verirse ne yapar? Çok konuşuyoruz film hakkında. Film konuşsun biraz.

Yeni çalışmalarınız var mı?

Çok fazla var. Yeni senaryomu bitirdim, onun üzerinde çalışıyorum şu aralar. Şu anda adı Kelebekler veya Kelebek. Amcam diye nitelediğim Mazhar Candan şairdi. Bana altı yaşındayken Homeros’u okuturdu. Dokuz yaşımda onun sayesinde Kafka okumaya başladım. Yine aynı yaşlarda Mayakovski okutuyordu bana. O öldü. Öldüğünü birkaç ay geçtikten sonra bir olayla anladım, çünkü öldüğü zaman anlamıyorsun. Başka bir şey olduğu zaman bir an var, o an öldüğünü anladım. Komik bir adamdı. Cenazesindeyken hep yeraltı şairi olmak istiyordun, sonunda yeraltı şairi oldun demiştim. Kimse gülmedi tabii ama Mazhar olsa çok gülerdi. Onu güldürmek ve biraz da hazır kuyruk dikken ölümle birazcık uğraşmak için yazdığım bir senaryo. İçinde bol bol intiharların olduğu bir komedi. Komedi çekiyorum da komik değilim. O yüzden herkes psikolojik gerilim zannediyor. Gişe Memuru’nda da öyleydi.

Bu iki filminiz de komediydi…

Ama kimse gülmedi. Komik değil.

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..