Söyleşi
Belma Baş SÖYLEŞİ:Barış Saydam, Celil Civan "Zefir’de anneden kopuş ve farklı bir birey olma sürecine daha çok vurgu var. Bu, ayna evresini tamamlayıp simgesel evrene, yani “kültür”e girmeyle örtüşüyor sanırım. Yine de büyümeyi reddetme durumu da söz konusu. Büyümenin getirdiği acılardan, sorumluluklardan kaçıp hep o anne-çocuk cennetine sığınma arzusu..."
02.05.2011 “Büyümek ölümü kabullenmek midir?”

Belma Baş’ın ilk kısa filmi Poyraz, Yunanistan’da 17 – 23 Eylül 2007 tarihleri arasında düzenlenen 13. Uluslararası Drama Kısa Film Festivali’nde “En İyi Balkan Filmi Ödülü”ne değer bulundu. İlk gösterimi Mayıs 2006'da Cannes Film Festivali’nin resmi bölümünde gerçekleşen Poyraz şimdiye dek 6 kıta üzerinde 50'yi aşkın film festivalinde Türkiye’yi temsil etti. Zefir de aynı tempoyla yurtdışındaki festivallerde dolaşarak, ödüller kazanmaya devam ediyor.

 

Belma Baş ilk uzun metrajlı filmi Zefir’de, kısa filmi Poyraz’da başlattığı hikâyeyi bir adım daha ileriye taşıyor. Çocukluktan ergenliğe geçen Zefir’in bu süreçte yaşadıklarını rüya mantığıyla kâbusvari bir şekilde beyazperdeye aktaran yönetmen, düşle gerçek arasındaki çizgide gidip geliyor. Türk sinemasında Semih Kaplanoğlu dışında pek fazla yönetmenin girmediği bir alana giren Belma Baş, bir ilk filme göre oldukça etkileyici bir yapıt ortaya koyuyor.

  

 

Poyraz’ı çekerken, daha sonra bunu bir üçlemeye dönüştürme gibi bir düşünceniz var mıydı?

 

Hayır, Poyraz’ı kısa film öyküsü olarak 1991’de ilk yazdığımda sadece o vardı, o zamanlar adı da “Çocuk Adam”dı: ya da daha uzun haliyle “Çocuk Adamın Düşlü Geçmiş Zamanı”. Sonra bu karakterleri ve temaları geliştirmek istedim ve Zefir ortaya çıktı. Sonuç olarak benzer temalar eşliğinde “Kadın Kahramanın Rüzgârlar Aşırı Yolculuğu” genel başlığı altında birkaç filmlik bir seri var aklımda ama kaç filmlik bir seri olacağını bilmiyorum henüz.

 

Zefir’de ergenlik dönemindeki bir çocuğun aidiyet problemi ve çatışmaları net bir şekilde gözüküyor. Fakat Poyraz’da izlediğimiz çocuk, sanki anne ve babası olmasa da doğayla bütünleşmiş, yaşadığı yere uyum sağlamış gibi görünüyor. Çocukluktan ergenliğe geçerken Zefir’in yaşadığı değişimden bahsedilir misiniz?

 

İki film de en temel anlamıyla “büyümeyi” anlatıyor ama büyümenin farklı eşiklerini... “Büyümek ölümü kabullenmek midir?” sorusu etrafında şekillenen bu hikâyelerin ilki olan Poyraz’da çocuk ölüm kavramıyla, “gaibe gitmek” ve “gidenin bir daha dönmeyebileceği” düşüncesiyle ilk kez karşılaşıyor. Bu karşılaşma, Sessiz Gemi şiiri/şarkısındaki meçhule giden o gemiyi hatırlatıyor bana: “Birçok giden memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden”. (Ki filmdeki yaşlı kadın da, aile tarihimize bir referansla, 1914’te gittiği Sarıkamış seferinden dönmeyen büyükdedemizi ölene kadar bekleyen büyükanneme atfen oluşturulmuş bir karakter.) Poyraz’daki kayık da o “sessiz gemi”den başka bir şey değil; İhtiyar kayıkçıyla birlikte pek çok mitolojik hikâyeye gönderme içerdiği söylenebilir (Bkz: Kharon ve kayığı).

 

Zefir’de ise ölümün başka yönleriyle karşılaşıyoruz: çürüme, gömülme, yaşamın kırılganlığı, sevdiklerinden mahrum kalma korkusu vb. Poyraz’daki çocuğu henüz anneden (yani bence tek gerçek “anne” olan tabiattan) kopmamış olarak görüyorum. 19. yüzyıl İngiliz romantiklerinin sözünü ettiği anlamda “insanın babası” bir çocuk-tanrıymış duygusu veriyor bana: Ya da tanrının ve ölümün elçisi/ulağıdır belki... Yaşlı kadınla ölüm arasındaki bağlantıyı o kuruyor, ölümle randevuyu o ayarlıyor. Ve filmin finalinde, çocuğun ırmaktaki kayıkçıyla bakıştığı sahnede, artık ortada yaşlı kadın da yok ve asıl kendisi ölümle bir randevuya gelmiş gibi. Ama ölüme gidip gitmeyeceğini, o kayığa binip binmeyeceğini bilmiyoruz.

 

Zefir’deyse anneden kopuş ve farklı bir birey olma sürecine daha çok vurgu var. Bu, ayna evresini tamamlayıp simgesel evrene, yani “kültür”e girmeyle örtüşüyor sanırım. Yine de büyümeyi reddetme durumu da söz konusu. Büyümenin getirdiği acılardan, sorumluluklardan kaçıp hep o anne-çocuk cennetine sığınma arzusu...

 

Sonunda annelerimizin sütünden kesilsek, bireysel sorumluluklarımızla yüzleşip büyüsek de toplamda insanlık olarak hiçbir zaman büyümüyor ve “tabiat ana”nın sütünden kesilmiyoruz. Onun sütünden kesilmemiz demek bu gezegendeki varlığımızın sona ermesi demek. Etinden, sütünden, derisinden sonuna kadar arsızca yararlandığımız ve kendimizden aşağı gördüğümüz ineklerle ilişkimiz bunun en somut örneği gibi geliyor bana.

 

Modern yaşamın rasyonelleştirme çabasıyla kalıplara sıkıştırmak istediği pek çok şeyin Zefir’de işlemediğini görüyoruz. Özellikle de iyi/kötü ve yaşam/ölüm gibi konulara yaklaşırken, sizin göz ettiğiniz hususlar nelerdi, nasıl bir denge kurmak istediniz bunlar arasında?

 

İyinin ve kötünün ötesinde, yaşamın ve ölümün ötesinde, kadının ve erkeğin ötesinde ne varsa benim aklımı bunlar kurcalıyor ve filmin alt metnine de üst metnine de bunlar yansıyor sanırım. Sözünü ettiğiniz dengeyi, insana belli bir perspektifle uzaktan bakarak, doğanın unsurlarına da yer yer çok yakından bakarak kurmaya çalıştım. Üzerinde çalışmaya devam etmeyi istediğim bir husus bu.

 

Emily Bronte, Rüzgârlı Bayır’da Heathcliff karakterinin şiddetini son derece yalın ve belli bir sükûnet içinde aktarır. Zefir’de de böyle bir anlatım var. Bu, Zefir karakteri üzerinden doğanın işleyişine bir atıfta bulunmanızdan mı kaynaklanıyor? Zefir’in bir karakter dışında sanki daha büyük resme atıfta bulunan bir de sembolik anlamı var?

 

Romanının adının “Uğultulu Tepeler” olarak Türkçeleştirilmiş halini daha çok seviyorum. Bana çocukluğumun yaylasını ve köyünü hatırlatıyor. Filmlerime rüzgâr adları vermemde bu romanın da etkisi vardır; Zefir karakteri de Cathy ve Heathcliff’in çocukluğundan izler taşır zaten. Zefir’de anne-çocuk ilişkisine aktarmaya çalıştığım ölümüne sevmek, öldüresiye sevmek, ölüyken de sevmek temaları bana en çok bu romandan sirayet etmiş olabilir.

 

Sembolik anlam konusundaysa Zefir kelimesi düz ve yan anlamlarıyla (rüzgâr, mitolojik figür, nefes, sıfır sayısı...), hatta sessel olarak neyi çağrıştırıyorsa (zehir, zifir, zahir, zahiri vb.) onu simgeliyor aslında. Filmdeki görüntüler de her şeyden önce en yalın haliyle, rüyalarda görülen türden basit imgeler. Ve onlar da ister düz anlamlarıyla olsun ister yan anlamlarıyla neyi akla getiriyorlarsa onu simgeliyorlar. Onlara anlam yüklemek ya da rasyonelleştirmek bize kalmış bir şey, bir rüyayı yorumlar gibi, ya da kahve falına bakar gibi.

 

Filmde alttan alta işleyen bir doğa var. İnsanlar yaşamlarını sürdürürken salyangoz, örümcek kendi doğalarını sürdürüyor. Burada insan ve doğa arasında bir karşıtlık var. Doğa çok sakin aksa da tekinsiz duruyor. Doğanın insanların dünyasını tehdit ettiğini söyleyebilir miyiz veya tam tersine insanlar mı doğayı tehdit ediyor?

 

Her ne kadar şehirlerde yaşıyor olsak da, her şeyimizle doğanın kaynaklarına bağımlıyız. The Matrix (1999)  benzeri filmlerin popüler kültüre de taşıdığı, insanın sanayi devriminin ardından evrimini kendi ellerine almasıyla birlikte bu gezegende bir kansere dönüştüğü düşüncesine büyük ölçüde katılıyorum. Göründüğü kadarıyla insanlık, gezegendeki bu kolonileşmiş varlığıyla, yerleştiği bünyeyi çökerttikten sonra kolonileşeceği başka bünyelere (yeni dünyalara) sıçramaya güdümlü bir virüsten pek farklı değil.

 

Öte yandan, kolonileşebileceği başka bir ‘bünye’ bulamaması durumunda, insan bu gezegenin tüm kaynaklarını sömürerek aslında kendi varlığını tehdit ediyor. 1992’deki Rio de Janeiro Yeryüzü Zirvesi’nde Fidel Castro’nun da söylediği gibi, “Doğal yaşam koşullarının hızlı ve katlanarak artan tahribatı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan çok önemli bir biyolojik tür var: İnsan”.

 

Buradaki doğayı insanın bütün insaniliğine rağmen bilinçdışındaki şiddet veya ölüm dürtüsü olarak algılayabilir miyiz? Zira filmin sonunda tüm “sevgiye” rağmen doğal dürtüler ağır basıyor. Film boyunca doğa yavaş yavaş kendini hâkim kılıyor denilebilir mi?

 

Bilinçdışındaki ölüm dürtüsü, aslında kaynağa dönme, ana rahmine dönme arzusuna da karşılık geliyor sanırım. Sevgiye “rağmen” dememek lazım belki de; sevdiği için, fazla sevdiği için, bencilce sevdiği için doğal dürtüleriyle hareket ediyor demek daha doğru olabilir. Bireysel anlamda bir çocuğun anneye bencilce, kıskanç bir âşık gibi sahip olma dürtüsü olduğu kadar, filmin ekolojik kaygı içeren katmanında da mecazi olarak insanın kendi öz annesi doğayı yok etmeye meyletmesi konusu var.

 

Aynı bağlamda, Cem Yılmaz’ın sesiyle katıldığı bölümde de ölümün kaçınılmazlığından söz ediliyor. Ve film yavaş yavaş bir ölüme yaklaşıyor. Zefir’in çocukluktan ergenliğe geçmesi için bir şekilde simgesel veya gerçek bir ölüme ihtiyacı olduğunu söyleyebilir miyiz? Zefir ayrıca bir sırrın sahibi (annesinin ölümü) oluyor ve yas tutuyor. Filminiz bu tür bir psikanalitik okumayı mümkün kılar mı?

 

Bunun yine “büyümek ölümü kabullenmek midir” sorusuyla ilgisi var tabii. Bir de insana dair belki de en ciddi konuya mizahla yaklaşabilir miyiz, ölümle bu şekilde baş edebilir miyiz sorusu. Büyümek ve kendimiz olabilmek için annelerimizi-babalarımızı simgesel olarak öldürmemiz gerekiyor olabilir. Burada elbette psikanalitik okuma için epeyce malzeme var. Filmin zaten temelde rüya mantığıyla/mantıksızlığıyla kurulmuş olması da psikanalizden epeyce yardım alabileceğimizi gösteriyor. Ancak daha çok erkek çocuğun babayı öldürüp anneye sahip olma dürtüsü ve nevrotik karmaşalar üzerinde duran, kadınlarla ilgili daha kapsamlı çalışmaları da kadın meslektaşlarına bıraktığını itiraf eden Freud bizi bu konuda yarı yolda bırakabilir. Zefir’in durumunda psikoza, otizme, şizofreniye ilişkin daha fazla ipucu var gibi. Lacan’a, Irigaray’a, post-feministlere başvurmanın daha fazla yardımı olabilir, bilemiyorum. Sonuçta ortaya koyduğum bu filmle ben rüyayı gören, kuyuya taş atan kişiyim. Kuyudan taşı çıkaracak olanlar da seyirciler. Ayrıca Zefir yas tutmaktan çok bir tamamlanmışlık duygusu ve tatmin yaşıyor bence.

 

Filmin rüya mantığıyla ilerlemesi bir yandan da Zefir ve annesinin aslında farklı kişiler olmadığını, sadece farklı durumlara atıfta bulunulduğunu da düşündürüyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

 

Bunun gayet doğru bir saptama olduğunu düşünüyorum. Zefir’le Ay bir bakıma aynı kişi, aynı çocuk-kadın.

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..