Söyleşi
Nesimi Yetik SÖYLEŞİ:Zeynep Merve Uygun "Filmler genelde büyük şeyler anlatır; büyük hikâyeler, büyük atmosferler, görkemli çekimler… Bu benim hoşuma gitmiyor."
07.09.2011 "Kısa Film Sektörden Ziyade Bir Hobi”

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Tiyatro Tarihi ve Teorisi eğitimi alan Nesimi Yetik, sinemayla üniversite döneminde ilgilenmeye başlar. Yetik’in Annem Sinemayı Öğreniyor’dan önce çektiği çok fazla bilinmeyen bir kısa filmi daha var: 2003 tarihli Zan Şer Hiç. İstanbul’da bir kısa film festivalinde finale kalan bu çalışmanın ardından 2006 yılında Annem Sinema Öğreniyor adlı filmini çeker. Bu filmle Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışır ve kısa film ödülünü alır. 2008 yılında çektiği Döşeğimde Ölürken !f İstanbul dâhil birçok festivalde gösterilir. Nesimi Yetik’le kısa film ve sinema üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Annem Sinema Öğreniyor yeni bir fikirdi. Bu fikir nasıl oluştu?

 

Hiç yapılmamış bir şey olmadığını düşünüyorum aslında. Görmedim, ama mutlaka başkalarının aklına da gelmiştir.

 

En azından Türkiye’de yapılan kısa filmler arasında böyle bir örneğe rastlanmadı.

 

Birçok insanın “Ben izledim ve benim de aklıma gelmişti böyle bir şey, ben de annemle böyle bir çekim düşünüyordum.” demesi beni çok mutlu ediyor. Fikir şöyle: O dönemde zaten çok fazla film izliyor, festivalleri takip ediyordum. Annemle yaşıyordum; o da biliyordu sinemaya ilgi duyduğumu. İlk kısa filmimde de oynamıştı. Konuşuyorduk, o sırada telâffuzla ilgili bir şeyler olduğunu gördüm ve bir anda aklıma geldi. Eğlenceli bir şeydi. Bundan bir şey çıkar, ödül alırız, şuraya buraya gider diye hiç düşünmedim. Annemle bir hatıra kalır diye çektim. Ama sonra birileri izledi ve film Türkiye’deki bazı festivallerde ödüller aldı, Berlin’e gitti… Benim hiç ummadığım yerlere gitti.

 

Annem Sinema Öğreniyor’un klâsik senaryo yapısına uymadığını söylemek mümkün. Film, iki perdeden oluşuyor diyebiliriz. Giriş, gelişme, sonuç bölümlerini birbirinden ayırmak zor. Bu noktada eleştiri aldınız mı?

 

Çok fazla aldım, çünkü bir film yaptığınızda insanlar önce şöyle düşünüyor: “Buna mı ödül vermişler?” Aslında filmde prodüksiyon, sinematografi adına bir şey yok. Film genel geçer kuralların hiçbirine uymuyor. Filmler genelde daha büyük şeyler anlatır. Buna uymayınca doğal olarak küçümseyici tavırlar başlıyor. Bu biraz da sinemadan beklenenle ilgili; büyük hikâyeler, büyük atmosferler, görkemli çekimler… Bunları yapmazsanız sinemacı olamazsınız gibi bir kural var sanki. Bu benim hoşuma gitmiyor.

 

Yeni yeteneklerin risk alarak orijinal film projeleri geliştirebilecekleri ve önde gelen yazarlar ve yönetmenlerle çalışabilecekleri bir ortam yaratma amacındaki Sundance Lab ekibi bu yıl ilk kez !f kapsamında İstanbul’a geldi. Bu kapsamda Sundance Enstitüsü Türkiye’den dört yönetmen seçti. Siz de onlardan birisiniz. Sundance Lab'de yeni projelerinizden Vaha’nın sunumunu yaptınız.  Bu projeden kısaca bahseder misiniz?

 

Vaha’yı Betül Esener’le birlikte dört yıl önce yazmaya başladık. Öykü bir kısa film olarak başladı. Yazdığımız küçük kısa filmlerin ayrı ayrı hikâyeleri vardı. Sonra bunların arasında tematik bir birlik olduğunu fark ettik. Hepsi aşağı yukarı aynı şeylerle ilgileniyordu, hepsi vicdan üzerineydi. Bunlar benzer mekânlarda geçiyor ve benzer temadalar, niye kısa film olsunlar diye düşündük. Sonra bir uzun film senaryosu yazmaya başladık.

 

Sundance’e önceden başvurdunuz mu yoksa davet üzerine mi çalışmaya başladınız?

 

Davet üzerineydi, bir başvuru yoktu.

 

Oradaki süreç nasıl işledi? Sundance nasıl bir deneyim oldu?

 

Şu anlamda çok faydalı oldu. Gelen projelerin üzerine uzun uzun, iki saatlik çalışmalar yapıldı, senaryo “workshop”ları yapıldı. Yurtdışından gelen yönetmenler ve Sundance Lab temsilcileri, senaryoları uzun uzun tahlil ettiler. Senaryonun açıklarını, artılarını, eksilerini, çalışan ve çalışmayan taraflarını gösterdiler. Bu workshop özetle şunu gösterdi: Sizin senaryonuz metin hâlindeyken bir başkası bunu nasıl düşünür, nasıl okur, nasıl yorumlar? Sizin anlatmaya çalıştığınız şeyler karşı tarafa geçiyor mu, geçmeyen yerler nasıl çözülebilir?

 

Görüştüğümüz yönetmenlerden biri Amerika’dan Cherien Dabis, diğeri Türkiye’den Reha Erdem’di. İkisiyle de yaptığımız görüşmeler çok faydalı oldu. Böyle bir projeden haberdar olmaları ve bizim böyle çalışmamız da projenin geleceği açısından iyi oldu.

 

Sinemada sesin çok önemli olduğunu düşünüyorsunuz. Bundan biraz bahseder misiniz?

 

Sinema yapacaksanız iki şey vardır elinizde: Bir tanesi görüntü, diğeri ses. Onun dışında, edebiyatı çok sevmeme rağmen, sinemanın edebi bir eseri, bir öyküyü anlatmak için çok pahalı bir sanat olduğunu düşünüyorum. Öyküyü sinemada anlatmak müsriflik. Öyküyü anlatabileceğiniz ucuz bir form var aslında. Yapacağınız işin, edebiyatın ötesinde bir şey hissettirebilme gücü varsa, anlatacağınız görüntü ve sesle anlam kazanıyorsa sinema yapmanız gerekir. Sinematografi aslında bu ikisinin toplamıdır. Projelerimin de görüntü ve sesle yapılabilecek şeyler olması gerektiğini düşünüyorum. 

 

İçerikten çok biçimden yana bir tutum mu bu?

 

İşte o çok ciddi bir tuzak bence. Bunu söylediğimde şöyle anlaşılması beni üzer: “Ne anlattığım değil nasıl anlattığım önemli.” Öyle anlaşılmasını istemiyorum kesinlikle.

 

Annem Sinema Öğreniyor’da tam tersine nasıl anlattığınızdan çok ne anlattığınız vardı. Sinematografi, prodüksiyon, oyunculuk çok fazla ön plânda değildi.

 

Annem Sinema Öğreniyor yazınsal olsaydı anlamı olur muydu? Olmazdı. Sadece görüntüyle ve sesle yapabileceğiniz bir şey bu. Aynı metinleri kâğıda yazsak karşı taraf için hiçbir şey ifade etmez. Muhtemelen ucuz bir şey olarak görür. Uzun metraj filmde de aynı şey geçerli. Yazarak bir şeyleri aynı güçte ifade edebiliyorsanız yazmalısınız. Öyle yapamadığınız için, yazılamayan bir şey olduğu için sinemayı tercih etmeniz gerekiyor.

 

Projelerinizde ses kurgusunda titizlendiğiniz şeyler vardır herhâlde. Profesyonel bir ses kurgucusu/mühendisi/teknisyeni ile mi çalışmayı tercih ediyorsunuz yoksa sesi de ben yapmalıyım mı diyorsunuz?

 

Hayır. Şimdi Tozruhu diye çalıştığımız yeni bir uzun metraj film projesi var. Orada elimden geldiği kadar işi başkalarına bırakmayı ve onların, hem kafamdaki şeyleri hem de kendi düşüncelerini ortaya koyarak yaratıcı bir sürece girmelerini isterim. Kesinlikle başkalarıyla çalışmak isterim. Sinema zaten diğer türlüsüne izin vermeyen, ortak çalışmaya müsait bir sanat.

           

Ses kurgusunu beğendiğiniz, örnek aldığınız filmler ya da yönetmenler var mı?

 

Türkiye’de Reha Erdem’in filmlerindeki sesler çok güçlü. İstanbul Film Festivali’nde yine onun seçtiği, Lucrecia Martel’in Bataklık filmi vardı; film müthiş bir ses kurgusuna sahip. Müzik de aslında sesin içine dâhil edilir, ama müzik kimi yönetmenler tarafından bir eksiği kapatmak, bir duyguyu öne çıkarmak için yapılır. Öyle bir ses kurgusu yapılmalı ki müziğe hiç ihtiyaç duyulmamalı, o sesler bir müzik oluşturmalı.

 

Tozruhu adında yeni bir projeden bahsettiniz. Biraz onu konuşalım mı?

 

İstanbul Film Festivali’nin “Köprüde Buluşmalar” proje atölyesinde yurtdışından gelen fon temsilcilerine, jüriye uzun metraj bir film projesi sunduk. Bu projeyi tanıtmak için de karakterin bir gününü anlatan sekiz dakikalık kısa bir tanıtım filmi çektik. Tozruhu bizim komşumuzun hikâyesi; aynı apartmanda yaşıyoruz. Kısa tanıtım filminde de kendisini oynadı. Herkes çok beğendi, hatta “Oyuncu arama, kendisi oynasın.” dediler, ama o uzun metrajda oynamayı istemiyor, zamanı yok.

 

Türkiye’de bir kısa film sektörünün varlığından bahsedebilir miyiz? Varsa sektörün gidişatı konusundaki düşünceleriniz neler?

 

Sektör diyebilmek için kelimenin tam anlamıyla bir alışverişin olması gerekiyor. Kısa film bir yerlere gitmediği, para kazandırmadığı sürece sektörden bahsetmek mümkün değil. Daha ziyade bir hobi diyebiliriz. Bu nedenle bence kısa filmciler bir süre sonra kısa filmden uzun metraj filme geçiyorlar. Kısa film çekmek insanların hayata atılmak için yaptığı bir şey değil.

 

Afilli Filintalar grubunda yazıyorsunuz. İleride Onur Ünlü’yle birlikte bir proje gerçekleştirmeyi düşünür müsünüz? Ya da Alper Canıgüz gelse, “Nesimi, Tatlı Rüyalar’ın filmini yapalım.” dese ne dersiniz?

 

Zaten düşünce olarak alışveriş içerisindeyiz her zaman. Ben Vaha’nın senaryosunu Alper’e gönderdim. Onur Ünlü de okudu; ayrıca yaptığımız kısa filme teknik ekipman ve postprodüksiyon olarak destek verdi. O anlamda sürekli bir iletişim içindeyiz. İleride hepimizin benimsediği bir projede neden bir arada olmayalım, ben gayet açığım...

 

Bir kısa film yönetmeni olarak beslendiğiniz kaynakları genç kısa filmcilerle, okuyucularımızla paylaşır mısınız?

 

Hayatın kendisi kaynak olarak çok geniş, çok teferruatlı; onun içinden süzülen bir şeyler olması gerekiyor.

 

Onur Ünlü bir söyleşisinde “Hayatın kendisi zaten çok sıkıcı, ben niye bir daha olmuş olayların filmini yapayım?” demişti.

 

Evet, başka bir düzlem kurmanız gerekiyor kesinlikle. Hayatın kendisinden beslenmek de çok mümkün değil. Ancak hayatın içinden seçilmiş, ilham veren şeyler öne çıkıyor. Bana ilham veren edebiyat. Zaten sinemadan da, tiyatrodan da evvel hayatımda edebiyat vardı. Edebiyat benim en büyük kaynağım. Vüs'at O. Bener, bana en çok ilham veren yazardır. Onu okuduğumda hep bir şeyler yazma, bir şeyler çekme isteği doluyor içimde. Elbette izlediklerim ilham veriyor; işte “tam buna benzer filmler” dediğim filmler. Bunlar da genelde anlatamadığım filmler ve kitaplar.

 

Her yıl iletişim fakültelerinden yüzlerce öğrenci mezun oluyor. Bunun yanında başka alanlarda lisans yapıp sinemacı olmak isteyenler var. Nicelik anlamında çok üretken bir kısa film sektörü var gibi görünüyor. Ancak çoğu zaman başucunda duran saatin alarmını kapatan karakterle başlayan açılış sahneleri, depresif tipler, annesi mutfakta bulaşık yıkarken babası içeride maç izleyen kişiler gibi klişelerle dolu filmler izliyoruz. Bu klişeler nasıl aşılacak? Aşmalı mıyız?

 

Klişeleri aşacağız diye bir şey yok, ne sinemada ne de hayatta. Klişeler olmak zorunda. Aslında ciddi anlamda düşündüğünüz zaman geldiğiniz yer şurası: Bir yerde üretilen tüm ürünlerin nitelikli olması mümkün değil. Çok iyi olanlar, klişelerle kıyaslandığında iyiler. Söyleşiye başladığımızda “Annem Sinema Öğreniyor yeni bir fikirdi.” dediniz. Onun üzerinden düşünelim. Daha önce Annem Sinema Öğreniyor gibi filmler çekilseydi Annem Sinema Öğreniyor’un hiçbir anlamı olmazdı. Böyle düşünmek gerekiyor. Bir tarafta klişeler olacak ama bir taraftan az da olsa yaratıcı bir süreç devam edecek. Ben bunun dünyada da böyle olduğunu düşünüyorum. Bütün yazarlar benim sevdiğim gibi yazsaydı o yazarın benim için hiçbir anlamı kalmazdı. Yani tırnak içerisinde söylüyorum, “vasat” her zaman olacaktır.

 

Size göre kısa filmin tanımı nedir?

 

Bu benim tanımlayabileceğim bir şey değil, tanımlamak da istemem. Çünkü siz ne zaman tanımlasanız, tanımınızın ötesine geçebilecek bir şey olmalı. Tanımlayıp kendimi de, o alanı da sınırlamak istemem. Tanımın dışına çıkabilecek bir şeyler olur mutlaka.

 

Setteki en önemli şey nedir? Sette kesinlikle olmalı dediğiniz ya da asla olmamalı dediğiniz şeyler var mı?

 

Aslında çok fazla set görmedim, o yüzden buna hayali bir cevap vereceğim. Kalabalık bir set istemem hiçbir zaman. Bir de rol yapan, filmi çekerken rolünü yapmaya çalışan, kötü anlamda tiyatro oynamaya uğraşan insanlar olmamalı. Ben de tiyatro mezunuyum ama yapaylıktan bahsediyorum. Sette yapaylığın olmasını istemem.

 

Bir biyografi filmi çekecek olsanız kimin hayat hikâyesini filme aktarırdınız?

 

Mutlaka bir edebiyatçı olurdu, çünkü beni etkileyen onlar. Böyle baktığımda iki edebiyatçı aklıma geliyor: Birisi Vüs’at O. Bener. Yazdıklarının ve yaşantısının birbirine çok paralel olması… Tanpınar’ı anlatmak isterdim. Sevim Burak’ı da ekleyebilirim. Biraz uçlarda olmuş, kalemiyle birlikte yazmış, yaşamış, kanıyla yazmış yazarlar; yazdığı her şeyi ciddi anlamda yaşadığı için yazmış yazarlar bunlar. Tanpınar’ın yaşamının son dönemlerinde “Yazdıklarımı okumuyorlar, okumasınlar, hiçbir şekilde bana değer vermiyorlar, vermesinler ama bir gün bana dönecekler.” diyor. Şimdi bakıyoruz bugün Tanpınar’a döndü edebiyat camiası. Bunlar bir taraftan bana trajik bir duygu da veriyor. Edebiyatçının bir taraftan büyük buhranlarla yaşaması, bir taraftan da o büyük vakarını koruması, edebiyatçı olarak büyük bir şey yaptığının farkında olması… Bunlar bana çok etkileyici geliyor. Sadece uçlarda yaşadıkları için değil, beni etkiledikleri ve bana ilham verdikleri için bu yazarların filmini yapmak isterdim.

 

Reklâm filmi çekme konusunda ne düşünüyorsunuz?

 

Yapacak bir şey yok bence bu konuda. Benim kafamdaki açıklama şu: Ben yaptığım işlerden para kazanabiliyor muyum? Hayır. Hayatımı sürdürebilecek parayı kazanamıyorum. Dolayısıyla bir şey yapmam, para kazanmam gerekiyor. O anlamda bu bana ahlâki bir problem gibi gelmiyor. İhtiyacınız varsa yapmak durumundasınız. Ama mesele şu: Zihninizin kirlenmemesi, oradaki algınızı sanatınıza taşımamak, onu hiçbir zaman amacınız hâline getirmemek. O sadece yaşamınızı sürdürebileceğiniz bir araç, o kadar.

 

Niçin film çekiyorsunuz?

 

İyi hatırlanmak ve mutlu olabilmek için.

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..