Okuyucu Eleştrileri
Hayal Perdesi okuyucularından gelen film eleştirileri arasından seçtiklerini bu alanda yayınlıyor. Siz de yazılarınızı [email protected] adresine gönderebilirsiniz.
25.05.2018 Theeb

Kurt Kanunu

Nagihan Haliloğlu
 
Çoğu eleştirmen tarafından “Arabistan’da geçen bir western” olarak tanımlanan Theeb (2014) Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş oyunlarının çöle gelişini ve oradaki hayatı nasıl değiştirdiğini anlatan bir hikâye. Ürdünlü asker bir ailenin oğlu olarak İngiltere’de dünyaya gelen yönetmen Naji Abu Nowar’ın western formunu ele alış biçimi Theeb’in çok daha farklı bir düzlemde incelenmesini gerektiriyor. Yaşananları “Theeb”, yani “Kurt” lakaplı bir çocuğun gözünden anlatan film cahiliye devri üslubuna benzer bir şiirle başlıyor: “Asla bir misafiri geri çevirme. Mertler saf tutunca, hakiki mertlerin sağ eli ol. Ve eğer kurtlar sana dostluk teklif ederse, kazanacağını sanma. Ölümle karşı karşıya geldiğinde senin yanında durmayacaklar”
 
Filmin başında gelen kurtlar hakkındaki bu uyarının aynı lakaplı çocukla ilişkisi olmadığı açık. Özellikle Türk seyirci için, Birinci Dünya Savaşı sırasında Arabistan’da geçen bir hikâyede dostluk teklif edip sonra terk edenin kimliği oldukça aşikâr. Nitekim bu şiirin hakkında uyarıda bulunduğu karakter çok geçmeden sahranın karanlığında, bir bedevi eşliğinde çadırımıza doğru yaklaşır. Her şeyden önce çöl gecesinde sırıtan sarı saçlarını görürüz. Daha sonra uzun bir süre çadırın büyükleriyle sohbet ederken Kurt’un gözünden onu görmeye çalışırız, fakat yüzü hep bir şekilde gölgede, ya da bir şeyin arkasında kalır. Neden sonra, üniversiteye gitmeden önce bir sene Orta Doğu’da ya da Afrika’da sırt çantasıyla yerli halkın misafirperverliğini sömüren Avrupalı/Amerikalı genç o mutmain havasıyla sofradan kalkıp Kurt’a bir parça yemek verdiğinde yüzünü görüp belleyebiliriz. Misafir geri çevrilmemiştir ve korkarız ki mertler saf tuttuğunda bu çadırın halkı pek de hakiki olmayan bir merde yardım etme kararı almıştır. 
 
Namahrem Eli
Nawar, bedevilerin bu İngiliz askerinin yapmak istediğinin ne kadarına vakıf olduklarını açık etmez. Çünkü İngiliz askerle olan muhabbeti, seyirci de ancak Kurt gibi uzaktan “büyüklerin konuştukları dili” anlamayarak, kulağına bir iki kelime ancak ulaşarak dinlemiştir. Fakat sahranın kanunu olan “sığınana yol gösterme” gereği elbette uygulanacaktır ve bu İngiliz asker aradığı “Rum kuyularına” götürülecektir. Bu iş için Kurt’un ağabeyi Hasan görevlendirilir.
 
Seyirci olanları Kurt’un gözünden seyretmeye devam eder. Kurt İngiliz askerinin yanında taşıdığı aletlere merakla bakar, asker sabahleyin traş olurken ahşap bir kutuyu karıştırmaya yeltendiğinde İngiliz yerinden fırlar ve onu uzaklaştırır. Bu askerin kimliği hakkında ve o tahta kutunun içinde ne olduğuna dair Türk seyircinin hiçbir kuşkusu yoktur. Çehov’un tüfeği ibraz edilmiştir ve film tüfeğin patlayacağı sahnelere doğru yola koyulur.
 
Kurt kendisine izin verilmediği halde abisi, İngiliz asker ve İngiliz askerin Arap rehberini takip etmeye başlar. İngilizin sarı saçlarının ve gizli kutusunun gizemi belli ki Kurt için karşı konulmaz bir merak konusudur. Takip ettiğini anladıklarında elleri mahkum Kurt’u da kervanlarına katmak zorunda kalırlar. Petra’nın girişindeki dar kayalık koridoru andıran bir yerde mola verdiklerinde Kurt tekrar ahşap kutuyu kurcalar. İngiliz çocuğun üzerine yürür fakat bu sefer Hasan sert bir şekilde İngilizi durdurur. Misafir elbette kutsaldır ama aile daha kutsaldır -burada korkulan Kurt’un yaralanması değil, her manasıyla namahrem bir elin Arabistan’ın toprağını sembolize eden Kurt’a değmesidir. İngiliz’in sürekli yanında bulundurduğu ve tercümanlığını yapan rehberi bunu ona anlatmaya çalışır. İngiliz’in buna cevabı öyle Avrupalı, öyle katı yürekli, öyle aşağılayıcıdır ki perdeye “hemen orada onu terk edin” diye bağırasınız gelir. Tam bu sırada “bıçak” hiç de beklenilmeyen bir şekilde saplanır ve Kurt kendini birkaç sahne sonra bir eşkıyanın himayesinde bulur. İngiliz asker ise Lawrence potansiyelini gerçekleştiremeden hikâyenin dışında kalır. Çölde geçen bu hikâyenin kahramanı Araplara sonunda kendilerine ait bir ülke bahşedecek İngiliz değil, olup biteni anlamaya çalışan Kurt’tur. 
 
Yol Ayrımı
Abisinden ve İngiliz askerden öğreneceğini öğrenmiş olan Kurt bu sefer sahranın hikâyesini bu eşkıyadan dinler. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinden bildiğimiz bu figür hacı kafilelerine rehberlik yapmaktan onları soymaya dönüşen bir kariyere sahiptir. Bu dönüşümün sebebi de, yine eşkıyaya göre, demir yoludur. Tren icat olmuş, mertlik bozulmuştur. Yine bu demir yolu, bu filmdeki ajan pek başarılı olmasa da, Osmanlı idaresinin yıkılışının sembolü olacaktır. Kurt’la hikâyelerini paylaşan eşkıya, seyahatlerinde “Filistin Denizi”ne kadar gittiğini söyler. Bu deniz Akdeniz olsa gerektir. Tam bu noktada filmin sürekli gönderme yaptığı ve kenarında dolaştığı David Lean’in Arabistanlı Lawrence’ından (1962) bir sahne aklıma gelir. Lawrence ve onun peşindeki bedeviler Akabe’yi Osmanlılardan ele geçirmiş, şehri tarumar etmişlerdir. Lawrence sonsuz gibi görünen Kızıldeniz’e bakar. Akabe’nin bedeviler tarafından ele geçirildiği o gün Akabe’nin karşısında Filistin var iken, günümüzde İsrail şehri Eilat’ın yaz blokları arzıendam eder.
 
Film, baştaki şiiri takip ederek sahrada saf tutan başka adamların kapısına yönelir. İngiliz askerin “istihbarata” dair malzemelerine ve ahşap kutusuna el koymuş olan eşkıya bunları Osmanlı karakoluna getirir. Yine Kurt’un gözünden bu sefer Türk askerinin traş oluşunu izleriz. Fakat bu asker Arapça konuşur. Eşkıyanın getirdiği malzemeye biraz şüpheyle yaklaşır ama yine de karşılığını sikkeyle öder. Kurt kendisine de teklif edilen parayı geri çevirir. Sahne kısa olmasıyla beraber Osmanlının tarihin o safhasında Arabistan’daki yerini, bu subayın yüzündeki ifadeyle ve inanılmaz bir dakiklikle verir. Bu Anglosakson filmlerinden bildiğimiz karikatürize edilmiş, fesli, elinden nargilesi eksik olmayan, sağa sola infaz emri veren Türk subayı değil, içinde bulunduğu imkânsız durumu olabildiğince sükunetle idare etmeye çalışan, eli yüzü, kıyafeti düzgün bir beyefendidir. Bende yarattığı etki de onu beyaz perdede ilk defa bu şekilde görüyor olmam olsa gerektir.
 
Eğer genelleştirici bir okuma yapacak olursam yeni Arap milletlerini sembolize eden Kurt bu Osmanlı karakolunda hem eşkıyayla hem de Osmanlıyla bağlarını dramatik bir şekilde kesip yoluna tek başına devam eder. Belki de en çok bu sahne filmin bir “Arap western”i olarak tanımlayanları haklı çıkarmaktadır. Hem misafirler hem saf tutan adamlar hakkında dersini alan Kurt, tek başına gün batımına doğru ilerler. Temsil ettiği figürün başına gelecekleri bilmesek neredeyse “mutlu son” olarak tanımlayabileceğimiz bu sahne, ne yazık ki seyirci için geleceğin bilgisiyle gölgelenmiş bir kötü günler habercisidir.
 
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..