Söyleşi
Onur Ünlü SÖYLEŞİ:Hilal Turan "Bir şeye yabancılaştığın anda o şeyin etrafındaki humor haresi ortaya çıkar. Ben mizahi bir anlatım tutturayım demiyorum çünkü o yazdığım şey bana göre komik değil, bana göre normal. Dışarıdan komik gözüküyor ama bence komik değil durum, hatta acıklı."
16.03.2012 “İnsanın Kendisini Ciddiye Alması En Büyük Felaket”

Pek çok televizyon dizisinde senarist olarak çalışan Onur Ünlü, ilk çıkışını Takeshi Kitano’ya adadığı stilize bir yapım olan Polis (2006)’le gerçekleştirmişti. Türk sinemasında çok fazla örneğine rastlamadığımız bir türde son derece biçimsel bir filmle senaryoları dışında, sinema tekniğine hâkimiyetini de gösteren Ünlü, sonrasında Çocuk (2007) ve Güneşin Oğlu (2008) filmleriyle gerçeklikle ilgilenmediğini, estetik anlayışında olduğu gibi gerçekliğe yaklaşımında da farklı bir tarz benimsediğini ortaya koymuştu. Farklı türleri filmlerinde denemekten çekinmeyen yönetmen, en son Beş Şehir (2009)’le sadece kendi takipçileri arasında değil, festival çevrelerinde de büyük ilgi gördü. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’nde ise yönetmenin şimdiye kadar çektiği filmlerin üzerine koyarak, özellikle rejisini en üst noktaya taşıdığını söylemek mümkün. Filmde yönetmen absürd komediyi bir silah olarak kullanarak, bir yandan da aile kurumuyla ilgili pek çok tabunun da altını oyuyor. Ailenin bilinçdışına taşan karanlık yanlarını filmde ustaca bir ironiyle aktaran yönetmenle bizler de hem son filmini hem de kara mizahtan filmlerinde nasıl yararlandığını konuştuk. İnsan nedir ve toplumla nasıl bir ilişki içindedir gibi soruların da cevaplarını ararken, Celal Tan özelinde bu soruların nerede durduğunu tartıştık.

 

Üç filminize de bakınca ironik bir anlatım görüyoruz. Gösterdiğimden daha fazla şey söylemek gibi bir tavır. Celal Tan ve Ailesinini Aşırı Acıklı Hikayesi’nde bunu daha da fazla görüyoruz.

 

Evet. Öyle bir şey varsa neticede hiçbir şeyi tam olarak ciddiye alamıyorum, almak da istemiyorum, şeylerle arama koyduğum mesafe, o yabancılaşma anı zaten mizah dediğiniz şeyi çıkarıyor ortaya. İster istemez bir mesafe koyduğun zaman komik olan ortaya çıkar ;mizahi olan, humor oralarda, yabancılaşmada dolaşır.

 

Yabancılaşma gerekiyor diyorsunuz.

 

Evet, bir şeye yabancılaştığın anda o şeyin etrafındaki humor haresi ortaya çıkar. Kişisel hayatımda da bunları görüyorum. Plânlayarak yaptığım bir şey değil, doğal olarak benden çıkan bir şey… Ben mizahi bir anlatım tutturayım demiyorum çünkü o yazdığım şey bana göre komik değil, bana göre normal. Dışarıdan komik gözüküyor ama bence komik değil durum, hatta acıklı. Ama biz buna hep beraber gülüyoruz ama ben onu normal algılıyorum.

 

Güleriz ağlanacak halimize…

 

Biraz öyle bir şey olabiliyor ama o benim özellikle plânladığım bir şey değil, öyle bir şey plânlamam.

 

Polis’ten itibaren farklı bir gerçeklik algılamanız var. Belki felsefede görelilik ile açıklanabilecek, bilimde izafiyet teorisiyle hatta sanata yansımaları genellikle absürde varan bir yaklaşım var. Yani bir mutlak hakikat, mutlak doğru arama gibi bir şey yok.

 

Mutlak bir hakikat var ama ona giden yollarınızın mutlak olduğuna dair işaretler beni güldürüyor. Çünkü her insan tek nüshadır. İnsan sayısı kadar Allah tanımı vardır. Bir insan Allah’ı kabul etse de etmese de tanımlar. Orada olduğu gibi insan sayısı kadar da Allah var. Dolayısıyla benim orada şeylerle kurduğum ilişki tamamen bana ait öznel. Zaten öyle de olması lazım, öyle olmazsa o zaman işler hem kolaylaşır hem de sıkıcı hale gelir. Dolayısıyla ben kendi tanımımı yapmakta ısrar ediyorum, birisi için doğru olan şeye ben zulüm diyebiliyorum kolaylıkla ya da benim doğru dediğim şeye bir başkası zulüm diyor. Birbirimize göre insanlarla zalim ve mazlum durumuna geçiyoruz. Bunun tam olarak ne olduğunu her şey bittikten sonra göreceğiz.

 

Aslında yine ironik bir yaklaşımla tek doğruculuğu alaya alıyorsunuz.

 

Tabii ki. Böyle bir şey olmaz, olabilir? Sıkıcı bir durum.

 

Özellikle sinemada nasıl buluyorsunuz mutlak doğruculuğu?

 

Genellikle karakterlerimle dalga geçerim aptal adamlara ve onların aptallıklarına vurgu yaparım, aptallıklarıyla dalga geçerim. Benim karakterlerim olağanüstü şüpheci insanlar değildir,  zaaflarla doludur benim gibi. Orada dalga geçtiğim özelliklerin birçoğunu kendimde de bildiğim için aslında kendi aptallığımla da dalga geçerim. Kendi aptallığımla dalga geçerek karakterleri oluşturmaya çalışırım. Onlardan farkım ben varım, onlar yok. Bu çok belirleyici bir fark biliyorum ama yapacak bir şey yok! Ben varım maalesef, var olmak ne demekse.

 

Mesafe koyuyorum dediniz, son filminizde de bakıyoruz karakterler olaylara duygusal tepki vermiyor. Bundan özellikle mi kaçındınız?

 

Bence tam tersi veriyorlar.

 

Mesela cinayet işlemiş bir insan tepkisi görmüyoruz Celal Tan’da.

 

Evet, çünkü onu plânlamış ve daha önce plânladığı şeyleri yaşıyor. Adam o kadar büyük bir tepki veriyor ki trafik lambasıyla konuşmaya başlıyor.

 

Orada da kalıpları zorluyorsunuz.

 

Büyük bir şokla karşılaşan insanın aylarca, yıllarca ağlamadığı, gülmediği anlatılır. Bizim insani dediğimiz türden bir tepki vermez. Hâlbuki içinde onu yaşıyordur. Karakterlerim kendi içlerinde yaşıyorlar çünkü zaten sürekli olarak her şey kapatılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla karakterler de kendi duygularını kapatıyor ama biz onların kendi kendilerine kaldıkları anlarda aslında hiçbir şeyi kapatmadıklarını, kendi içlerinde nasıl şeyler yaşadıklarını görebiliyoruz. Babaanne televizyonla konuşur, birisi hayalet görür, öbürü gider trafik ışığıyla konuşur.

 

Aile kavramı filmde temel bir yere oturuyor. Siz aileye nasıl yaklaşıyorsunuz? orada gördüğümüz aile aynı zamanda bir iktidar parodisi mi? Çünkü sıradan bir aile değil, işte ailenin reisi emekli bir hukukçu profesör…

 

Aslında hikâyeleri dışarıdan içeriye doğru yazmıyorum, içeriden dışarı doğru yazıyorum. Dolayısıyla benim kişiselden çıktığım nokta bir süre sonra kolektif bilinçaltına ya da günlük hayat içinde de karşılığı olan bir motife, figüre, duruma, vakaya dönüşmeye başlıyor. Ben tutup da, gelin arkadaşlar bu filmde de modern, atomize olmuş bireyin hikâyesini yapalım demiyoruz. Tam tersi bir tane an vardır; benim annem ilkokul öğretmeniydi ve kanserdi. İtikadi olarak da çok sağlam bir insan değildi. Ölümüne birkaç ay kala filmdeki gibi “Ölünce şu melekler gelecekmiş, bir şeyler soracakmış oğlum, beni çalıştırır mısın?” diye bana sordu.

 

Böyle bir otobiyografik niteliği de var.

 

Filmde bunu gördüğümüzde çok neşeli bir şey gibi ama o anda bana hiç öyle gelmemişti. O anda ölüme bu kadar yaklaşmış bir insanın, ölüme hazırlıkla arasındaki bu derin mesafe beni dehşete düşürdü. Bu insanın anneniz olması tamamen ayrı bir mevzu. Onun bence filmi zaten yapılmaz, gerek de yok. Onlar iyice mahreme girer, her mevzuu da illa anlatacağım diye bir şey yok. Anlatmazsan daha güzel olur, anlatabildim mi?  Filmdeki adamlar öğretmen de olabilirler ama hikâye suç meselesiyle çok iç içe olduğu için bazı meseleleri bir an önce anlatmak gerekir seyirciye. Seyircinin bu adamın kim olduğu ile ilgili soruyu bir an önce bertaraf edip hikâyeye dâhil olmasını sağlamak için hemen cevap vermen gerekir. Bir adama emekli hukukçu dediğin anda bir sürü şey açılır. Dolayısıyla tercihen bunu seçtim. Annemin yaşadığı ve bana da sağ olsun yaşattığı o acayip duyguyu yeniden üreterek oradan nereye varabiliriz diye yola çıktık ve iş hukukçulara kadar gitti. Hukukçularla işim yok zaten. Onları alıp karşıma bir feyiz olarak inceleyecek kadar inanamam onlara. Bir şeyi eleştirirsen ciddiye alman gerekir. Onların sahip olduklarını söyledikleri, dışarıdan baktığımızda anladığımız genel görüşleri ben zaten ciddiye almıyorum ki.

 

Bu genel bir aile parodisi mi yoksa belli bir tür ailenin parodisi mi?

 

Aile parodisi değil ama bir yandan genel bir aile parodisi. Belli bir yere indirgeyemeyiz.

 

Pek çok ailede de yaşanabilir.

 

Tabii ki. Adam manav da olabilirdi, Aynı şeyler başka türlü işlenebilirdi.

 

Türk aile yapısına aykırı deniyor.

 

Türk aile yapısı bence bize anlatıldığı kadar olağanüstü değil. Allah aşkına herkes bir kez düşünsün, en yakın birinci dereceden itibaren kavgalı olmayan bir tane akrabası var mı? Yok. Herkes birbiri ile kavgalı, kimse kimseyi sevmez. Öbürü teyzesinin yüzüne bakmaz, birisi kardeşi ile konuşmaz, oğlu miras yüzünden malını bir şey yapmıştır, diğeri ona para vermedi diye bozulmuştur.

 

Bu bir mit diyorsunuz.

 

Tabii ki. Türk aile yapısı denen şey büyük bir mit. Hem de geleneksel ideoloji tarafından çok güzel ateşleniyor, altına odunlar atılıyor ve sürekli harlatılıyor. Ama geriye gittiğimizde önümüzde karmaşık, temelinde nefsani birtakım sorunlardan başka bir şey bulamadığımız, en güzel örneğinin nerede olduğunu benim de bilmediğim, yaşanıp yaşanmadığından hiçbir şekilde emin olmadığım bir durum var. Mutlu aile, kutsal aile yok, hiçbir zaman olmadı ki. Olmayacak da zaten çünkü insan yapısına aykırı. Dürüst davranabiliriz. Ben babamı babam olduğu için değil, o adam olduğu için seviyorum keza kardeşimi de öyle. Benimle problemleri varsa, benim bazı huylarımı sevmiyorlarsa ben de onların bazı huylarını sevmiyorum ama zorla güzellik olmaz. Aşk olmadan meşk olmaz.

 

Sinemanın buna yaklaşımı ne olmalı?

 

Ben bilemem sinemanın yaklaşımının ne olduğunu. Ben anlamam sinemadan zaten. Ama bence bir eser soru sorar cevap vermez. Cevap vermeye kalkarsa ağzının payını alır. Bir film soru sorabilir yahut bu işi ne yapacağız, böyle bir şey var siz ne düşünüyorsunuz diyebilir. Gelin şöyle yapalım diyemez, küçük duruma düşer, slogan sinemasına kaçar, bir grup insanı acayip tatmin eder, geri kalanları hiçbir şekilde etmez. Oysa herkese eşit mesafede olmanın bir yolu var o da soru sorarak, enteresan bir soru bulup sorarak olabilir.

 

Ya da çok belki mikro düzeyde yaşanılanı anlatmak gerekir.

 

Ancak kişisel olarak bir film bir kişiyi tatmin edebilir. Toplumsal olarak asla mümkün değil. Filmi yapan adamla ideolojik olarak tamamen ters noktadasındır ama filmi seversin ve bayılırsın. Adam kendi fikrini sana o kadar güzel anlatır ki kalkar alkışlarsın. Bununla politik olanın da üzerinde durulur, eser onu da kapsar ama üzerine çıkarsa ne güzel olur. Her zaman bunu başaramazsın.

  

Yasa koyucunun çok rahat suç işlediği, bir diğerinin ona çok rahat ortak olduğu bir film görüyoruz. Sorgulama aslında aileyi de aşıyor. O yüzden aile devlet örtüşmesi var mı diye soracaktım, ya tuz kokarsa durumu?

 

Var ama inandırıcılık başka bir şeydir, gerçeklik başka bir şey. Bir filmin gerçekçi olması gerekmez, inandırıcı olması gerekir. Kurduğunuz evrenin inandırıcı olması her şeyden kıymetlidir. Filmde birtakım kanun maddelerinden filan bahsediyor ben onları salladım.

 

Öyle mi?

 

Mesela bak bilmiyordun ve ilgilenmedin çünkü ilgilenmezsin. Orada yazıyorsa öyledir zaten diye düşünürsün, öyle değilse bile sana mantıklı, inandırıcı gelir ama gerçekçi değildir. Ama şu mantıklı, şunu biliyorum: 70 yaşın üstündeki insanlar tutulmazlar içerde. Benim yapmaya çalıştığım şey başlangıç itibariyle bir evren oluşturmak, ondan sonra gerçek dediğimiz şeyden koparak filmin kendi düzlemine doğru meseleyi çekip gerçek olmasından ziyade gerçekçi ve inandırıcı olmasına çalışarak başka bir yere doğru çekiyor. Filmin sonunda her ne kadar devlet-aile örtüşmesi, hukuk vs. diyorsak da sonunda olay bambaşka bir yere gidiyor.

 

Coen Kardeşler’den alışık olduğumuz karakteri cezalandırma, herkesin hak ettiğini bulması yok filmde. Hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eden bir aile var.

 

Biz bu meseleyi çözemeyiz, burada bir pislik var.

 

Yine cevap vermeye çalışmıyorsunuz.

 

Orada sadece dramatik yapının kendi boşluklarını karşılaman gerekir.

 

Bir mesaj vermiyorsunuz.

 

Oradan çıkamayız ki. Onu bilemem ama şunu bilirim: İnsan bu kadar da pis bir şeydir, bak insan bunu yapar.

 

Bir söyleşinizde insanın karanlık yanı beni daha çok cezbediyor diyorsunuz. Niye böyle, bu daha mı dramatik?

 

Daha yaratıcı. İyilik yapmak için yeterince enerji harcaman gerekmez ama kötülük yapmak için risk alman gerekir. Ben durumdan bahsediyorum sadece. Bir kötülük yapmak plân kurmayı, bir plânı devam ettirmeyi, onunla ilgili risk almayı ve sonunda da başa gelecek kötü şeyleri göze almayı gerektirir. Bunu yapan insan inanan bir insansa onun bir de öbür dünya dediğimiz tarafı da vardır ayrıca.

 

Pek çok hikâye buradan çıkıyor zaten pek çok roman.

 

Oradaki o yaratıcı an, o risk, o çaresizlik insanın en çok insan olduğu andır. İnsan olmaya en yaklaştığı andır çünkü insan aşağıdadır, aşağının aşağısıdır.

 

Özü kötü müdür diyorsunuz?

 

Özü kötüdür demiyorum, kötüye meyillidir, bu hakkını kullanır ve o alan beni cezbediyor.

 

Hıristiyanlıktaki gibi kötücül değil.

 

Tabii ki değil. İnsan kötü değildir ama kötüye meyleder. Adamın biri neden çalışmak yerine çalar, buna nasıl karar verir, başına neler gelmiştir? Mesela meşhur filozoflardan birine sorarlar “Nasıl geçiniyorsunuz?” diye, “Eşyanın yer değiştirme biçimiyle ilgili ahlâki bir tasarrufum yok.” der. Çalıyormuş adam. Eşyanın yerini değiştiriyor. Ona göre o eşya ha orada durmuş ha burada, ha onun midesinde ha benim midemde…

 

Olayı mülkiyet üzerinden meşrulaştıranlar da var, eşya doğaya ait diyenler.  

 

Bu alan bana ilginç geliyor ama mutlaka buralarda dolaşmaktan sıkılacağım günün birinde, başka şeylerle ilgilenmeye başlayacağım. Onun için de başka ne yapsaydım, ne yapardım, bilemem.

 

Polis’de de bu filminizde de dini göndermeler var. Polis’in en etkileyici sahnesinde Kur’an-ı Kerim okunuyor. Bu filmde “İmanın Şartları”nı öğrenmek isteyen bir hukukçu var. Bu dini yönelim sinemanızda neden kaynaklanıyor, dinle nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

 

Polis filmindeki bilmeyenler muhakkak vardır, Polis filmindeki erkek karakterimiz Musa Rami’dir. Musa Rami köşeye sıkıştığında, “Allah diye bir şey vardı?” diye hatırlar. Orada bir şey onunla dalga geçer, orada Kur’an okunur, Musa Rami eve gider, namaz kılarken burnundan kan gelir. Kan bildiğin gibi müfsittir, abdesti bozar. Filmin söylemeye çalıştığı bütün o atraksiyonun hiçbir işe yaramadığı. Ama tahmin ediyorum ki anlatmayı başaramadım.

 

Çok etkilendi herkes sizin belki gösterdiğinizin tam aksine.

 

Evet, o benden kaynaklanıyor, böyle kıvıramamamdan kaynaklanmıştır.

 

Çok metafizik bir an gibi algılandı.

 

Öyle algılandı ama ben karakter üzerinden o anla dalga geçiyordum, Artık bu hale geldikten sonra sen bunu zamanında düşünecektin, şu anda saçmalıyorsun ve gördüğün gibi işe de yaramıyor.

 

Bu filmde de öyle.

 

Evet, karaktere söylüyorum bunu. Senin özelinde olmadı bu, senin işine yaramadı.

 

Bunu da biraz kolaycı buluyorsunuz.

 

Tabii ki kolaycı elbette öyle.

 

İşin ironik tarafı önemli sizin için. Mesela ölüme yaklaşmış bir insanın namaz hocasına sarılması.

 

Elbette. Celal Tan, Musa Rami’den daha dürüst. En azından der ki ben imam mıyım, anayasa profesörüyüm, şu anda hayatta en son umurumda olan şey bu kitapta yazanlar der. Zannedildiğinin aksine ben o durumla dalga geçmiyorum.

 

Onu bilmiyor olması da ironik değil sizin için.

 

Bu bir seçim. Seçiminin arkasında duruyor. Adam kendi inandığı şeyin arkasında durmaya devam ediyor. Sonradan dönmüyor. Bunlar narin, belli bir zarafetle yaklaşılması gereken meselelerdir. Bir insanın Allah inancıyla ilgili paldır küldür giremezsin, soru soramazsın, kabalıktır. Adam kendi tavrını belirttiği sürece o adam odur, oradadır ve ne istiyorsa onu yapar. Bunun üzerinden insanlar hakkında bir hüküm veremeyiz. Bu kadar özel bir yere paldır küldür giremeyiz, sadece karşıdan durup bakabiliriz.

 

Ben bunu yapmaya çalışıyorum çünkü benim nasıl kendimi bildim bileli ölüm üzerine düşünüyorsam Allah üzerine de düşünmeliyim, sürekli olarak bu mevzuu düşündüğüm için yazdığım şeylere yansıyor. Bundan doğal ne olabilir? Ama bunu bir taraf tutma ya da bir politik indirgemecilik içinde asla kavramıyorum.

 

Şimdi filmde bütün olayların en çok yaklaşan kişi görme engelli biri, neden?

 

O en ironik durum ama bir yazar olarak bir durumu oluşturduktan sonra sürekli engeller koyup çözmeye çalışıyorum. Her şey olup bittikten sonra bir körden başka kim gelse bu kadar etkili olmaz.

 

Mevcut gerçekliği sorgulayan, biz gerçekle ne kadar temas ediyoruz durumu da söz konusu.

 

Tabii ki o da var. Cinayet mahalline bir körün gelmesi bir yazar için büyük sorun, çözüm değil. O adamın daha sonraki gidişini bir şekilde sürdüremezsen, koparsan büyük koparsın. Ama çok ironik, tatlı, eğlenceli hani o ortama körün gelmesi. Aptalca değil mi? Acayip aptalca… Bazen işte bir tane fikir gelir, o bir tane fikir için gerekirse senaryonun bir kısmını yakarsın. O kör adamı içeri alıp hikâyeye dâhil etmeye çalışmayı tercih ettim. Fena da olmadı.

 

Türkiye’de kara mizah çok yaygın değil. Kara mizah durumları yaşıyoruz, gerçek hayatta absürt durumlar yaşıyoruz ama siz bunun seyircide bir makes bulamayacağı endişesi taşıyor musunuz?

 

Taşımıyorum. Neden taşımıyorum çünkü “çıktım erik dalına anda yedim üzümü” diyen büyük Türk şairimiz var. Bu kara mizah denen şey kafaları, dünyaya bakışı değiştirdi. Bundan dolayı da biz hakikatle kurduğumuz ilişkinin zarafetini yitirdik. O arada gümbürtüye geldi bu işler yoksa hakikatle kurduğun ilişki zaten çoğu zaman seni aptal gibi gülmekten başka bir şey yapamaz halde bırakır. Çünkü humor hayrete dâhil bir şeydir. Hakikatle karşılaşırsan hayrete düşersin, hayrete düşen insan da güler ve bunu anlatırken de gülerek anlatır. Hayrete muhatap olan adamın düştüğü hayreti anlattığı insanlar da gülmeye başlar. İster buna kaba bir gülme de, manevi anlamda gülme de, neşe de. Bu böyledir ama üstü kapandı gitti ve şu anda benim yaptığım şey sanki burada hiç yapılmayan, buraya çok ters çok yabancı bir şeymiş gibi algılanıyor. Nasıl algılandığının bir önemi yok ama şunu soruyorsan zorluk çekiyor musun, çekiyoruz tabii. Özellikle Polis filminde seyirci açısından bunu çok sıkıntısını yaşadım. İnsanlar karakterleri, filmi ciddiye almaya o kadar alışmışlar ki kendi kendisiyle dalga geçen filmle karşılaştıklarında şaşırdılar kaldılar, deli bir kedi gibi geldi film onlara.

 

“Leyla ile Mecnun”a gelelim. Sizin imza attığınız önemli işlerden birisi. Nasıl çıktı fikir, bu kadar tutmasını neye bağlıyorsunuz?

 

Onun senaryosu Burak Aksak’a ait, benim hiç haberim yok. Bana üç bölüm senaryo geldi, bir şekilde bu yapılır mı diye. Önce ilgilenmedim, sonra baktım bunda acayip bir şey var ve ilgilenmeye başladım. Dedim ya buradan bir şey çıkacak ya da üç beş bölüm sonra yaptığımız bir sürü iş gibi batacak ama bu yürüdü bir şekilde, çalıştı. Burak çok yetenekli bir yazar. Aldıktan sonra biz de üzerine bir sürü şey katmaya başladık, oyuncular da aynı şekilde kattılar. Sette anlık olarak gerçekten bir sürü durum üredi, küçük espriler zaman zaman içinde işin ögeleri haline geldi. Çiçekçinin oğlu ikinci bölümde öylesine girmişti, bilmem kaçıncı bölümde dedeye dönüştü. İçeri giren bir şekilde evrene dahil oluyor ve karaktere dönüşüyor. İnsanın kendisini ciddiye alması başına gelebilecek en büyük felakettir, hayatta kendini ciddiye alan insanlar kadar sıkıcı insanlar göremezsin. Biz bununla dalga geçiyoruz temel olarak. Bunun yönetmen, oyuncu, yazar versiyonu vardır ama en kötüsünü söyleyeyim seyirci versiyonu vardır. Onun için bizim seyircimiz kendiyle eğlenmenin ne demek olduğunu, oradaki hazzı almış seyircidir.

 

Ya çok beğeniyorlar ya hiç.

 

Genel olarak böyle ya sinemadan koşarak kaçıyorlar ya da tekrar geliyorlar. Enteresan şekilde gerçekten zaman zaman ben yazmışım gibi hissettim senaryoyu. İnsanlar da başlarda benim yazdığımı düşünmüşler. Çok bize ait bir şey oldu.

 

Biz derken.

 

Biz derken necip Türk milletini kastetmiyorum; ben ve arkadaşlarımı kastediyorum. Çok bizim de güldüğümüz şeyler oldu. Cemil Meriç arzuyla tahammül çelikten bir uzviyet işidir. Absürde tahammül sağlamak için araya onun yenilmesini yutulmasını sağlayacak kendine ait birtakım şeyler koymalı. Absürdün sert, tuhaf komiğiyle bir insan olarak bize ait sıradan günlük yaşamsal şeylerin birleşmesi durumu var.

 

Bizim geleneğimizde var mı absürt?

 

Tabii ki var çünkü absürt dediğimiz şey vecde yakındır. Özellik tasavvuf şiirinde de şathiyeler benzeri şeylerde var. Mesela Hallac’a doğru yaklaştıkça durum gerçekten komik haller alır. Yunus’un yazdığı bazı şiirleri insanın nefsi kaldırmaz, Molla Kasım’a öyle olmuştur. Sonra anladığın zaman oradaki ironiyi görürsün; ben dediği aslında ben olmadığını vs. Absürt dediğin şey bizim doğamıza uygun bir şeydir çünkü dünyada olmak kendi başına saçmadır. Burada olmamızın geçerli, rasyonel hiçbir sebebi yok. Burada bulunmasaydık, en azından ben olmasaydım daha iyisi olabilirdi. Bu hengâmenin içine girmeseydim ne olurdu? Ben olmasam ne olurdu, dünya dönerdi. Ne gerek var ki bu kadar iş alma başıma anladın mı hani bu yabancılaşmanın tadını çıkarmak lazım yoksa can sıkıcı olur.

 

Festivallerde ödüller alınırken, çok fazla da tartışma yaşanıyor.

 

Daha önce biz de katıldığımız festivallerde haksızlığa uğradığımızı çok düşündük. Ama o kadar basit bir şey var ki Adana’da on dört tane film var, o filmleri yedi kişi değerlendiriyor. Kararların birçoğu oy çokluğuyla alınıyor. O yedi kişiyi götür, yerine başka yedi kişi getir, tamamen başka filmler ödül alacak. Bu böyledir. festival çarkının içine hiç girmezsin ya da kırarsın dizini oturursun. Bu süreç son derece öznel.

 

Türk filmlerinin yurt dışındaki festivallerde gösterilmesiyle ilgili ne diyebilirsiniz?

 

Genelde bu ilişkiler arkadaşlık ilişkileri üzerinden gidiyor, yoksa yurt dışında kimsenin Türk filmlerine ölüp bittiği yok. Yurtdışında Türk filmlerinin gösterildiği festivallerle ilgili o kadar haber yapılıyor. Ama bu festivallerin başkanı kim, oradan geçmiş en büyük film hangisi bunların hiçbir şey bilmiyoruz. Filmimizi belli başlı büyük festivaller dışında göndermeyiz.  Bilmem ne kasabasındaki bilmem ne festivalinde filmim gösterildi! Bu beni kişisel olarak memnun eder ama kendime bir şey çıkarmaya çalışmam çünkü gerçek değil ki. Dolayısıyla Türk sineması diye bir şey yok yurt dışında. Türk sinemasına ilgi filan yok. Sadece Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenlerimizin çektiği dikkatten dolayı orada ne oldu diye bakıyorlar ama baktığında görebiliyor mu?

 

“Everest’e niye tırmandın?” diye sormuşlar “orada duruyordu” demiş. Ona benzeyecek ama neden film yapıyorsunuz?

 

Çok zor olduğu için. Başka ne yapsam beni kesmeyecek şu dünyada. Geri kalan bir sürü şeyi çok rahatlıkla yapabileceğimi düşünüyorum ama film yapmak gerçekten zor.

 

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..