Söyleşi
İmre Azem SÖYLEŞİ:Zeynep Merve Uygun "Kentte yaşayanların ihtiyaç ve arzularının kent plânlamasına yansıtıldığı bir kent hakkından bahsediyoruz. Kentler tabii ki statik değildir, değişir dönüşür."
16.06.2012 “Amacımız Kentleşme Meselesi Üzerine Bir Tartışma Başlatmak”

Bugüne kadar çeşitli festivallerde gösterilen ve pek çoğundan ödüllerle dönen belgesel film Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, 4 Mayıs 2012 tarihinde vizyona girdi. Filmin vizyonu için gereken fon ülkemizde ilk kez, internet üzerinden gerçekleştirilen bir kampanya ile toplandı. Belgesel, kentsel dönüşümler ve ardı arkası kesilmeyen projelere rağmen kontrolsüz bir hızla büyüyen İstanbul’u tüm yönleriyle mercek altına alıyor. Uzmanlar, akademisyenler, yazarlar, mahalleliler, yatırımcılar, kentliler ile yapılan söyleşilerin yanı sıra animasyonlara da yer verilen film değişim kadar değişimin dinamikleri de sorguluyor. Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir Mayıs sonuna kadar vizyonda olacak.

 

Yönetmen İmre Azem’le bu ilk uzun metrajlı belgeselinin yapım sürecini, neoliberal kentleşmeyi ve plânsız projeleri konuştuk.

 

Bir süre yurtdışında yaşadığınızı biliyoruz. Kentsel dönüşüm konusunda bir farklılık yaratmıştır gidip gelmeniz. Türkiye’ye gidiş-gelişlerinizde nasıl bir farklılık gözlemliyordunuz? Yurtdışında yaşamış olmak film yapma sürecini hızlandırdı mı?

 

Uzun süre yurtdışında yaşadığım ama sık sık İstanbul’a geldiğim için burada devamlı yaşayan birine kıyasla, değişimi daha net görme şansım oldu. Dört, beş yıllık aralıklar buraya geldiğinizde, yeni yapılaşmaları, kaybolan yeşil alanları, artan trafiği daha belirgin bir şekilde görüyorsunuz. Bu belki de beni filmi yapmaya iten bakış açısını vermiştir bana.

 

Ekümenopolis filminin fikri nasıl oluştu? En çok neyi dert edinmiştiniz yola çıkarken?

 

Filmin derdi kent hakkı bağlamında sistemsel bir eleştiri aslında. Kent hakkını biz sadece kentsel hizmetler, ulaşım hakkı olarak tanımlamıyoruz çünkü bu tanım çok dar kapsamlı kalıyor. Biz kentte yaşayanların ihtiyaçlarının ve arzularının kent plânlamasına yansıtıldığı bir kent hakkından bahsediyoruz. Kentler tabii ki statik değildir, değişir dönüşür. Ama bunda kimlerin söz sahibi olduğu, bu değişim ve dönüşümün kimlerin ihtiyaçlarına göre yaşandığı önemlidir. İstanbul’a baktığınız zaman aslında kentin sermayenin ve çok ufak bir kitlenin çıkarları doğrultusunda evrildiğini görürsünüz. Biz bunun kentlilerin ihtiyaçları doğrultusunda, bilimsel bir çerçeve içinde olmasını savunuyoruz. Sermaye, plânlamaya ve bilime karşıdır. Otuz senelik bir plân yaptığınız zaman bir kent parçasının otuz sene sonra ne olacağı bellidir. El değiştirmezse oradan rant kazanamazsınız. Devamlı değişim, dönüşüm olacak ki orada bir rant olsun. Bu birinci neden, ikincisi ise proje mantığıdır. Sermaye proje yapmayı sever, plân yapmayı değil. Bu mantık da bütün projelerin birbirlerinden kopuk olması sonucunu getirir. Mesela Maslak’taki her bir gökdelen, kendi başına bağımsız birer projedir. Hüseyin Kaptan bunu söylemişti röportajda. Bir meydan yapmak, bir ağaç dikmek, bir heykel koymak isteseniz Maslak’ta bunu yapacağınız yer yok. Çünkü her gökdelen kendi başına bir proje. Sanki etrafında hiçbir şey yokmuş gibi yapılan binalar bunlar. Sermaye mantığı budur. Bunun gelir dağılımıyla da çok ilgisi var. Neoliberal kentleşme dediğimiz bu kentleşme modeli aslında gelir dağılımındaki bozukluk üzerinden işliyor, bu bozukluğu besliyor ve ondan besleniyor. Böyle bir döngü var. Mesela Çeliktepe’ye büyük bir gökdelen dikiliyor. O gökdelenin getirdiği bazı altyapı sorunları var. Belediyenin yol yapması, mesela metroyu getirmesi, elektrik, su, doğalgaz gibi altyapı hizmetlerini götürmesi gerekiyor. Bu altyapının maliyetini hepimiz üstleniyoruz. Gökdelenin rantı ise sadece sermayedara gidiyor, yani burada kentsel kârın marjinalleştirilmesi, özelleştirilmesi var. Maliyetlerin paylaşılması ama kârların özelleştirilmesi gelir dağılımını daha da bozan bir süreç. Kent hakkı derken bunlardan da bahsediyoruz.

 

Akademisyenlerin, mimarların, konuyla yakından ilgilenen uzmanların görüşlerinden oluşan ciddi bir arşiv oluşturduğunuzu düşünüyorum. Röportajların tamamı kaç saatti? Yine uzman görüşlerinden oluşan, elle tutulmaz, yaraya merhem olmaz bir duruş sergilemektense herkesin anlayabileceği bir yerden konuşuyor film. Bu noktada ayakları yeren basan bir yapımdan söz edebiliriz. Bunu nasıl başardınız?

 

Filmi çekmeye başlamadan önce, konuyu araştırma sürecinde birçok akademik panele, konferansa katıldım. Oralarda duyduklarım beni derinden etkiledi. Çok önemli konular konuşuluyor, hepimizin hayatını etkileyen çok önemli bilgiler veriliyor, ama üç, beş kişilik bir akademisyen çevresinden başka kimse bunları duymuyor. Sunumlar da genelde oldukça sıkıcı bir formatta yapılıyor. O zaman ben kendi misyonumun, buralarda konuşulanları halkın anlayabileceği dile çevirmek ve bir nevi halktan kopmuş bir akademiyle halk arasında bir köprü olmak olduğuna karar verdim. Filmde de bunu yapmaya çalıştım.

 

Filmi çekerken çok değerli insanlarla çok önemli konular konuştuk. Hepimizin hayatını, çocuklarımızın geleceğini yakından ilgilendiren şeyler konuştuk. Herhalde yirmi saatin üzerinde röportaj saydı vardır elimizde. Tabii filmde bunların sadece çok ufak bir kısmına yer verebildik. Şimdi bunları internette taranabilir bir formatta kamuoyuyla paylaşacağımız bir site tasarlıyoruz. Umarım yakında bütün bu bilgileri herkesle paylaşma fırsatımız, hatta yeni röportajlar yaparak bu içeriği zenginleştirme olanağımız olacak.

 

Filmin yapım sürecinden bahseder misiniz? Çekimler ne kadar sürdü?

 

Çekimler iki yıl kadar sürdü, ama devamlı değil tabii. Montaj aşaması da ay ay kadar sürdü.

 

Filmin animasyonları çok etkileyici. Niçin animasyona başvurdunuz? Türkiye’de animasyon yapmak kolay mı? Yapım sürecinde ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

 

Filmde animasyon kullanmamız aslında sanatsal kaygılardan değil, tamamen fonksiyonal sebeplerden. Anlatmak istediğimiz şeyi en basit, en doğrudan, ve en etkili nasıl anlatırız sorusunun cevabıydı animasyon. Bu yüzden kullandık. Sonuçta çok dağınık bir konuyu doksan dakikada anlatmak gibi bir derdimiz vardı. Haritalar olmadan bir kenti anlatmak çok zor. Mesela ben size bin hektar orman yok oluyor desem, çok etkilenmeyebilirsiniz. Ama İstanbul haritası üzerinde ormanların yarısının son otuz senede yok olduğunu bir animasyon ile göstersem belki o grafik aklınızdan bir daha hiç silinmeyecek.

 

Türkiye’de çok yetenekli animasyon sanatçıları, grafik tasarımcılar var. Tek sorun, ellerinde yeterince yaratıcı olabilecekleri iş yok. Çoğu reklâm sektöründe fikren çok sığ işler ile uğraşıyorlar. Kendileri de farkında bunun ama ekmek parası, yapacak birşey yok. Ekümenopolis gibi içi dolu bir proje ile karşılaştıklarında çok heyecanlandılar ve birçoğu gönüllü olarak emeğini ortaya koydu. Özverili, bilinçli, ve güzel bir ekip ile çalıştık.

 

Filmde kullanılan müzik üzerinde çok fazla titizlenildiği hissini alabiliyoruz. Müzik yapım sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?

 

Filmin müzikleri de yaklaşık on beş değişik sanatçı/grup tarafından yapıldı. Yirmi dört tane özgün parça üretildi. Müzik yapımcımız Lari Dilmen ve Müzik Sanat Yönetmeni Nilüfer Ormanlı öncülüğünde, toplamda kırk küsur müzisyenin emeği ile bu müzikler ortaya çıktı. Her sahne için önceden plânladığımız duygusal ve ritmik akışa uygun parçal üretildi ve biz montajı bu müzikler üzerine yaptık. Yani biz müzisyenlere sahnenin duygusunu tarif ettik, sonra onların ürettiği müzik üzerine sahneyi montajladık.

 

Filmin ses kurgusu ne kadar sürdü?

 

Ses tasarımı iki hafta, miksajı da bir hafta sürdü.

 

Film yaparken gerek yerel gerekse uluslararası kuruluşlardan fon alma konusunda bazı itirazlarınız var. Bu noktada bir direnç gösterdiğinizi söyleyebilir miyiz?

 

İlk başta benim biraz kendi birikimimle başladı. Çevremdeki insanlardan hem emek katkısı, bazen ufak maddi katkılar, bazen de ekipman katkısı istedik. On bir dakikalık bir tanıtım filmi çektik. O filmi kullanarak daha büyük destek almaya başladık. Sponsor kabul etmedik. Bu şekilde post-prodüksiyon aşamasına geldik. Ama post-prodüksiyon kimsenin emek yardımıyla çözülebilecek bir konu değil. Türkiye’de yardım bulamadık. Almanya’ya, Berlin Film Festivali’ne gittik. Birçok insana derdimizi anlattık. Sadece film değeri üzerinden birkaç yapımcıya gösterdik, ortak yapımcı olun filme diye. Bir yapımcı kabul etti. Bu yapımcı da, bizim adımıza, Hamburg Film Fonu’na başvurdu. Fona başvurmanız için Hamburglu olmanız gerekiyor. Post-prodüksiyon desteği aldık. Şimdi Almanya’da da sinemalara çıkarmayı düşünüyorlar.

 

Biz Kültür Bakanlığı’yla görüşmek istemedik. Bir Türk yapımcı olarak, bizim de hakkımız var. Çünkü bu bir kamu fonu sonuçta. Ama biz böyle bir şey istemedik. Çünkü, Turizm Bakanlığı’nın logosu görünsün istemedik. Mesela, Avrupa Birliği’nin kültür fonlarına da başvurmadık. Çünkü o kültür fonları sizin filminizin, film değeri üzerinden değil içeriği üzerinden veriliyor. Ne anlattığına bakıyorlar. O yüzden başvurmadık. Hamburg’un film değeri üzerinden verdiği desteğin siyasi bir amaç gütmeyeceğini düşündük.

 

Filmle ilgili eleştiri yazılarına, yorumlara baktığımızda neredeyse negatif tepki almadığınızı görüyoruz. Ancak filmde geçen “1923’te Cumhuriyet’le sermaye İstanbul’u terk etti” ifadesi bazı kesimleri rahatsız etmiş. “Sermayenin ülkeyi terk etmediği, en fazla el değiştirdiği söylenebilir” şeklinde eleştiriler var. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

 

Evet, ben de okudum bu eleştiriyi. Öncelikle özeleştiri: filmin başındaki, giriş mahiyetinde, eski dille bir “dibace” niyetine, çok hızlı bir örgütlenmeyle hayata geçirdiğimiz animasyonda 1934 Trakya Olayları’ndan 1964 yılındaki sınır dışı edilmelere kadar uzanan ve müslüman olmayan vatandaşlara karşı uygulanan müsadere ve saldırı politikalarına yer vermedik. İlk metinde (eğer animasyonlaşsaydı yirmi iki dakika olacaktı, ki bu da hem imkânsız hem de stratejik değildi) detaylarıyla yer alıyordu. Ancak metni yüzde yetmiş oranında kısaltırken, konsensüse de ulaşmadan, kısmi bir kabülle o bölüm çıktı.

 

Ekşisözlük’teki bu eleştirinin devamında “bu sorunun temelinde kanaatimce yurtdışındakinin aksine Türkiye'de gerek kurmaca gerek belgesel filmlerde danışmanlığa yeterince önem verilmemesi yatmaktadır” deniyor. Bu kanaatin hangi akademik araştırma vesilesiyle geliştirildiğinizi, bilmiyoruz. Öncelikle Hobsbawm'cu söylersek, tarih akademisyenlere bırakılmayacak kadar ideolojik bir edevattır. Ayrıca tarihçilere danışmadığımız kanısına nasıl ulaşıldığı da bir muamma. “Sermaye İstanbul'u terk etmedi, el değiştirdi” demek de “sermaye İstanbul'u terk etti” demek kadar kaba bir genelleme. Dönemin Ankara'sı yirmi üç şehrin toplamı kadar yatırıma mazhar oluyordu. Bu konuya İlhan Tekeli'nin Türkiye'de Bölgesel Eşitsizlik ve Bölge Plânlama Yazıları kitabından bir alıntıyla katkıda bulunalım: “1923'ten 1946'ya kadar, Osmanlı toplum düzeninin doğurduğu sonuçlara reaksiyon yoğunluğunun düşmediği dönemde, ülkenin mekân organizasyonu bakımından anlamlı olan hedefleri, Batılılaşma, Osmanlı imajının kaldırılması, emperyalist etkilerin minimuma indirilmesi, milli sanayinin kurulması, Anadolu'nun geliştirilmesi olmuştur....”, “ ‘Ülkeyi demir ağlarla’ örmek, koloniyal yapının ağaç sistemi şemasından ağ şemaya geçilmesi, karayollarının, demiryollarını besleyecek şekilde gelişmesi...” Ayrıca belediye ve ulaşım hizmetlerinin kamulaştırılması ve yabancı sermaye elinden çıkması vs. somut gerçekler. Cumhuriyetin bir dolu şedit uygulamaları, devlet eliyle yaratılan kapitlist sınıf vs. ayrı bir tartışma konusu.

 

Malumunuz, hepi topu altı dakika uzunluğunda bir animasyonda büyük bir kentin yüz senelik tarihini anlatmak her şekile “soyutlamaya” dayanacak. Bu animasyonun amacı sadece bir çerçeve çizmek. Her çerçeve gibi de kaba genellemelere sahip. Ancak bu filmin amacı sadece tarihsel bir analiz yapmak değil. Aynı zamanda kentlilere bir tehlikeyi işaret etmek. Gönül ister ki, Kızıl Viyana'dan Porto Alegre’ye uzanan bir dizi örnekte sosyalistlerin kurduğu adilane kentleşme örneklerine de yer veren bir film yapılsın. Hep beraber esinlenelim.

 

Filmde kullanılan dil, jenerikte yer alan internet sitesi adresi vs. sayesinde interaktif bir “ekümenopolisçiler” platformu oluşturdunuz. Ucu olmayan bir film” yaptınız aslında. Bu bir bakıma kentsel dönüşüm süreçlerimizin bir türlü bitmemesi ve ne yazık ki bitmeyecek olmasıyla da alakalı ama siz bu interaktif oluşum hakkında ne düşünüyorsunuz? Nasıl tepkiler alıyorsunuz? Somut süreçlere nasıl katkılar sağlandı/sağlanıyor?

 

Bizim filmi yapmaktaki amacımız hepimizin hayatını çok yakından ilgilendiren, çocuklarımızın geleceğini tehdit eden bu kentleşme meselesi üzerine bir tartışma başlatmak. İstedik ki bu tartışmalar akademik çevrelerle sınırlı kalmasın, konuşulsun tartışılsın. Filmin vizyonda kaldığı ilk iki haftalık süreçte bununla ilgili çok olumlu geri dönüşler aldık. İnsanlar gerçekten doluymuş bu konuda, sanki bu ortak kaygılarını formüle edecek somut verilere ve ilşkiler hakkında bilgiye sahip değillermiş. Film onlara bu konları tartışacak doneleri veriyor. Film aslında doksan dakikadan sonra başlıyor, insanlar filmden çıktıktan sonra film onların hayatına giriyor.

 

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

 

Artık yüzeysel bir çağda yaşadığımız için, İstanbul’daki kentleşmenin altında yatan dinamiklere bakmıyoruz, altında ne var araştırmıyoruz. Mesela, “trafik problemi” diyoruz, veya “betonlaşma problemi” diyoruz. Tarihi doku kayboluyor, mahalleler yıkılıyor, ormanlar, su havzaları yok oluyor. Aslında sorun bunları “problemler” olarak görmemizden kaynaklanıyor. Bunlar gerçekte problemler değil, sonuçlar. Nelerin sonuçları? Yanlış kentleşme politikalarının.

 

Kentleşme politikaları elbette kanımca yanlıştır, ama burada onları listelemek değil onların da altında yatan temel sorunlara parmak basmak gerekir. Sonuçta bu temel yaklaşımlar bu politikaları doğuruyor. Birincisi, gelişmişlik anlayışımızın çarpıklığı. Filmde görüşlerine başvurduğumuz sosyolog Şükrü Aslan’nın dediği gibi, bir toplumun gelir düzeyinin artması evet önemlidir, ama o gelirin toplumda eşit paylaşılması ondan daha da önemlidir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi birincisi ile değil ikincisiyle ölçülür. Biz yaptığımız yol miktarı, konut sayısı, her gün trafiğe çıkan araç sayısındaki artış ile ölçüyoruz gelişmişliği. Burada temel bir sorun var.

 

İkinci sorun ise demokrasiye olan yaklaşımımız. Biz demokrasiyi oy oranları ile kısıtlıyoruz ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra evrensel olarak terkedilmiş olan çoğulcu demokrasi anlayışıyla meselelere yaklaşıyoruz. Aslında artık dünyada çağdaş demokrasi hak temelli bir demokrasidir. Evrensel insan hakları ve bilimsel değerler üzerine inşa edilmiş bir demokrasi anlayışıdır. Mesela bir örnekle anlatmak gerekirse, eğer siz bir oylama yapsanız ve halkın yüzde 99’u benim evimi yıkmak istese, bizim demokrasi anlayışımızda o ev yıkılır. Ama hak temelli bir demokraside, çoğunluk ne derse desin, o ev benim barınma hakkım, insan hakkımsa yıkılamaz. Özellikle bu günlerde ülkemizdeki demokrasi anlayışını anlatmak için sıkça kullanılan “ileri demokrasi” aslında ilkel bir demokrasi anlayışına, çoğulcu anlayışa dayanmaktadır. “Kardeşim ben seçildim, Taksim’i kapatırım, şuraya da otoban yaparım” derseniz, bu demokrasi olmaz.

 

Temeldeki bu anlayış kentsel süreçlerden halkı dışlayan, kent hakkı, barınma hakkı, sağlık, eğitim, yaşanabilir temiz bir çevre hakkı gibi en temel insan haklarımızı ihlal eden bir kentleşmeyi doğuruyor. Asıl problemi buralarda aramalıyız ve bu haklarımızı talep etmeliyiz.

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..