Söyleşi
Orçun Köksal SÖYLEŞİ:Koray Sevindi, Muhammet Abdülgafur Şahin "Senaryoda önce bir şeyi dert edinmiş olmalısınız ve derdinizi nasıl anlatabileceğinize dair bir tema yakalamalısınız."
14.05.2013 “Senaryoda Önemli Olan Karakter Ve Mekân”

 

1978 yılında İzmir’de doğan Orçun Köksal, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü’nü bitirdi. Meleğin Düşüşü film ekibinin sanat grubunda yer aldı. Yusuf Üçlemesi’nin senaryo yazımında Semih Kaplanoğlu’yla birlikte çalıştı. Yumurta filmiyle 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve 40. Siyad Ödülleri’nde “En İyi Senaryo” ödüllerini aldı. Eğitimini aldığı işi yapmayan Orçun Köksal bu durumu şöyle açıklıyor: “Yazmaya merakım vardı. Daha sonra Semih Kaplanoğlu’yla bir şekilde buluştu yollarımız. Ve onunla birlikte senaristliğe başladım.”

 

Teknik anlamdaki senaryo ile izleyici algısındaki senaryonun farklılıklar arz ettiğine şahit oluyoruz. Bu farklılığı ortadan kaldırmak adına senaryoyla ilgili bir tanımlama alabilir miyiz?

 

Anladığım ve deneyimlediğim kadarıyla senaryo, çekilecek film için bir yol haritasıdır; edebi bir metin değildir. Dolayısıyla senaryonun edebi bir metnin sahip olduğu gibi bir değeri de yoktur. Senaryo bir şablondur, bir haritadır. Yönetmene ve filmi çekecek ekibe yol gösterir. Ama senaryo küçümsenemez, çünkü senaryo olmadan film de olmaz. Sonuçta senaryo çekilecek olan filmin plânıdır. O plân olmadan da bir inşaat yapamazsınız.

 

Senaryonun ortaya çıkması sinopsis, tretman gibi aşamalarla gerçekleşiyor, fakat öncesinde fikir boyutu var. Senaryonun bu süreçlerinden bahsedebilir misiniz?

 

Senaryoda önce bir derdinizin olması gerekiyor. Yani bir şeyi dert edinmiş olmalısınız ve derdinizi nasıl anlatabileceğinize dair bir tema yakalamalısınız. İllâki bunları yazıp çizmeniz gerekmiyor. Benim çalıştığım işlerde bu böyle gelişmedi, ama mutlaka işin bu tarafı da düşünüldü. En azından sizin bildiğiniz bir tema olmalı. Ondan sonra o dert edindiğiniz konuyu açmaya başlıyorsunuz. Tabii hemen sinopsisi yazarak olmuyor bu. Üstüne notlar düşerek ve en önemlisi karakteri geliştirerek işe başlıyorsunuz. Anlatacağınız hikâyeyi o karakter üzerinden kuracağınız için karakteri düşlüyor ve oluşturuyorsunuz. Karakterden sonra mekânı biraz görmeye çalışıyorsunuz. Bunlar belirmeye başladıktan sonra yavaş yavaş o karakterin etrafındaki dünya kurulmaya başlıyor. Onun yan karakterleri, kuracağı ilişkiler, yan hikâyeler, yan mekânlar vs. Ama başta önemli olan şey, karakter ve mekândır. Daha sonra da yavaş yavaş sinopsisi yazmaya başlıyorsunuz. Eğer sizi de tatmin eden ve derdinizi ifade eden bir sinopsis ortaya çıkmışsa, artık bir filminiz var demektir. Ondan sonra sinopsisten tretman safhasına geçiyorsunuz. Daha sonra da senaryoya geçilir. Tabii bunlar çok hızlı safhalar değil. Bazen bir sinopsisi yazmak bile çok uzun bir zaman alabilir. Bu üç aşama da kendi içinde ayrı düşünülmeli. Yani sinopsisin, tretmanın ve senaryonun yazımı ayrıdır.

 

Senaryonun oluşma sürecinde senaristin tıkandığı yerler olabiliyor. Bir yerde takılıyorsunuz ve orayı geçemiyorsunuz. Bu tip durumları nasıl aşıyorsunuz?

 

Senaryoda, benim de şimdiye kadar öğrendiğim kadarıyla, hiçbir şey değişmez değildir. Sonuçta bu sizin kurmaya çabaladığınız bir yapı. Dolayısıyla eğer tıkandığınız yerde onu açamıyorsanız ve oradan bir yere varamıyorsanız, orada direnmenin çok da anlamı yok. O zaman belki de olaya başka bir açıdan bakmak ve senaryonun kendi içinde başka bir çözüm yolu üretmek gerekiyor. Belki de tıkandığınız şeyi bir an için bir kenara bırakıp, akışa devam ederek, daha sonra tekrar onun üzerine düşünmeniz gerekir. Çünkü tıkanmalar illâki olacaktır ama bir şekilde farklı bakış açılarıyla, farklı çözümlemelerle onu aşabiliyorsunuz ve o tıkanıklığı giderebiliyorsunuz. Burada kilit olan şey, senaryonun içindeki hiçbir şeyin vazgeçilmez olmamasıdır. Vazgeçebilmek, bir filmin yapımındaki en önemli unsurlardan biri. Sadece senaryoda değil, filmin çekim veya montaj safhasında da bu geçerli. Bunu yapabildiğiniz ölçüde üretkenliğiniz artıyor ve bakış açınız çoğalıyor. Bir şeye takılıp kalmıyorsunuz. Onun için senaryo, değişmez bir metin, kimi sinemacıların tabiriyle kutsal bir metin değildir.

 

Bazı yönetmenler senaryoyu bire bir çekiyor. Kimi yönetmenlerse daha dinamik bir yol tercih edip bunu bir yolculuğa çeviriyor. Yazılanla çekilen çok büyük farklılıklar arz edebiliyor. Sizin bu konuya bakış açınızdan yola çıkarsak hangi yöntemden yanasınız? Sizin çalıştığınız yönetmenlerle nasıl bir ilişkiniz oluyor?

 

Ben senaristlik yaptığım süreçte Semih Kaplanoğlu’yla çalıştım. Yusuf Üçlemesi’ndeki çalışma ilişkimizden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki bizim için senaryo, tamamen bir şablondu, bir yol haritasıydı ve her zaman değişebilen bir şeydi. Yazım aşamasında defalarca değiştiği gibi, çekim aşamasına gelindiğinde de üzerinde değişiklikler yapılıyordu. Senaryoda olmayan bir şey set esnasında yönetmenin o anki tespitiyle veya ihtiyacıyla çekilebiliyordu. Senaryoda olan bazı şeyler de çekilmeyebiliyordu. Keza montajda da yazdığınız sıralamadan çok daha farklı bir kurgu ortaya çıkabiliyordu. Çok bağlı kalınacak bir metin olarak görmüyorum senaryoyu. Çünkü yazdığınız senaryodan memnun olsanız da, senaryo içinize sinse de sonuçta yazılan şey başka, çekilecek şey başkadır. Yazılan şey bir tahayyüldür, ama çekilen şey artık gerçekleşir ve bunun bire bir birbirini tutması çok zordur. Tutması da gerekmiyor. Sonuçta sinemada duygu önemlidir. Filmi sadece senaryoya yükleyerek bir yere vardırabilirsiniz belki, ama bu bana çok da doğru gelmiyor. Hem senaryonun hem çekimin hem de kurgunun sonucunda ortaya bir şeyin çıkması ve her süreçte daha iyi olanın aranması bana daha doğru geliyor.

 

İyi bir senaryo için iyi bir hikâyenin yeterli olmadığı söylenir. Edebiyat uyarlamalarını buna örnek gösterebiliriz. İyi senaryo yazma konusunda senarist, farklılığını nasıl ortaya koyar? İyi bir metin nasıl senaryoya çevrilebilir?

 

Senaryonun kendi gereksiniminden duyulan teknikler önemlidir. O tekniklerle senaryo metni ortaya çıkar. Ama bir Hollywood senaryosu gibi, belli şablonları neredeyse her filmde belli dakikalarda uygulayarak iyi bir senaryo yazılacağına ben çok da inanmıyorum. İyi bir senaryo yazmak için tekniğin haricinde anlattığınız karakteri çok iyi işlemeniz gerekiyor. Bence bu kolay bir şey değil. Senaryodaki en önemli, en hayati süreçlerden bir tanesi o karakteri görmek, onu yazabilmek, onu kurabilmek, onu yaşayabilmek, onunla empati kurabilmek ve onu hissetmektir. Karakter çok iyi kurulduğu ve yaşadığı o mekân tekrar karakterin paralelinde kurulabildiği takdirde senaryo daha iyi bir metin hâline gelecektir. Yani bütün o şablonların, tekniğin, gereksinimlerin haricinde karakter ve mekân bence çok önemli unsurlar. Ve tabii ki duygu. Senaryoda sürekli duyguyu takip etmek, o duyguyu verebilmek, metnin içine koyabilmek çok önemli. Keza metnin içinde olması filmin içinde olacağını göstermez. Onu çekerken hissettirebilmek gerekir çünkü.

 

Blog ve benzeri mecralar sayesinde yazarlık çok popüler hâle geldi. Bunun getirisiyle çoğu insanda bir senaryo yazma sevdası oluştu. Bu çok kolay bir işmiş gibi düşünülüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Herkes senaryo yazabilir mi?

 

Bence herkes senaryo yazabilir. Ama sadece teknik uygulayarak yazılan senaryodan, ne derece iyi, ne derece derdini anlatabilen, güçlü bir iş çıkar, ne derece sıkı bir film olabilir tabii ki tartışılır. Sonuçta senaryo bir tekniktir. Çok basite indirgemiş gibi olmayayım ama neticede bir formüldür. Yani en azından formüle edilebilen bir şeydir. Bir edebiyat eseri değildir. Dolayısıyla merakı olan ve kendini geliştirebilen, bunun üzerine çalışan bir insan, isteği, azmi ve gayreti doğrultusunda senaryo yazabilir. Ama burada bir farktan bahsedebiliriz. Ben Güzel Sanatlar’da okudum ve okula yetenek imtihanıyla girdim. O yetenek imtihanına bir sene boyunca bir resim kursunda hazırlandım. Gördüm ki resim yapmak bir yetenekti, fakat o yeteneğini hiç keşfetmemiş veya önceden resimle hiç o kadar uğraşmamış insanlar dahi kurstaki belli metotları, çizim tekniklerini, ölçülendirmeleri öğrendikten sonra, karşılarındaki nesneleri, torsu ve oturan bir figürü çizebiliyorlardı. Yani karşısında baktığı şeyi kâğıdın üzerine resmetmeye başlıyorlar ve kendileri bile bu gelişime şaşırabiliyorlardı. Bir çöp adam bile çizemezken resim yapmaya başlamışlardı. Fakat sıra hayalden bir şey çizmeye geldiğinde hepsi aynı gelişimi o kadar sürede gerçekleştiremiyordu, kimisi de beceremiyordu. Herkesin senaryo yazması da belki böyle olabilir. Yani karşında olan bir şeyi kopyalayabilir, benzetebilirsin ama ona kendinden bir şey katmak söz konusu olduğunda işte orada işin farkı ortaya çıkabilir.

 

Hollywood filmlerinde bir özgünlük problemi yaşanır ve çoğu filmde kullanılan kimi klişeler vardır. Şişman ve gözlüklüler erken ölür, iyiler filmin sonunda mutlaka kazanır vs. Yüz yılı aşan sinema tarihini düşündüğümüzde tekrara düşme riski oldukça yüksek. Bu bağlamda tekrarlardan ve klişelerden kaçınmak için özel bir çaba gösteriyor musunuz?

 

Ben öyle özel bir çaba göstermiyorum. Yine aynı yere çıkıyor aslında. Senaryoyu yazarken düşünmeniz gereken tek şey, elinizdeki fikri veya hikâyeyi gerçekleştirirken, duyguyu takip ederek o karakteri nasıl yaşatabileceğinizdir. Onun dünyasına girebilmek, yani kendi dünyanızdan o dünyaya adım atabilmek, orayı hissedebilmek, onu düşünmek çok da kolay bir şey değil. Benim de çoğu zaman yaparken zorlandığım bir şey. İnsan zaten bunu düşünürken, yapmaya çalışırken, buna mı benzedi yoksa şunu mu andırdı gibi kaygılara çok takılmıyor. Çünkü siz özgün bir şeyi yapmaya çalışıyorsunuz. Kendi hayalinizdeki, kafanızdaki bir şeyi yapmaya çalışıyorsunuz. Onun için bu konuya çalıştığımız işlerde pek takılmadık. Evet belki benzeyen şeyler vardır. Belki okumalar yaptığınızda başka şeyleri de benzetebilirsiniz. Bu da göreceli bir şey ama bence önemli olan tamamen hissedebilmek ve işin içine girebilmek.

 

Usta olarak kabul ettiğiniz ve örnek aldığınız bazı kişiler olabilir. Senaryo yazarken ya da film çekerken onlardan öykünmeyi doğru buluyor musunuz?

 

Tabii ki; esinlenmek bence doğru bir şey. Onların tecrübelerinden istifade etmek ve yapılabiliyorsa onlara selâm gönderebilmek önemli. Bence bunlar doğru şeyler.

 

Hollywood’da her şey sektörleştirildiği için bir mekaniklik vardır. Böyle bir sektörleşme bizim sinemamızda da sizce oluşabilir mi ve senaristler açısından bu durum avantajlı mı olur yoksa dezavantajlı mı?

 

Çok cevap verebileceğim bir soru değil aslında. Çünkü öyle bir sektörün içine hiç girmedim. Belli bir yönetmenle, onun sinemasına inanarak çalıştım. Ama piyasaya, televizyona çalışan çok sayıda senarist var. Sektörleşmek, sadece senarist bağlamında değil, yönetmeninden set çalışanına kadar birçok insan için ekmek kapısı oluyor ve bir imkân sağlıyor. Önceki yıllara nazaran Türkiye’de en azından televizyon anlamında böyle bir sektörleşmeden bahsedebiliriz ve bu, sektördeki insanların da bu şekilde hayatlarını kazanmalarını sağlıyor. Çünkü yarın, öbür gün bir sinema filmi çektiğinizde siz yine o sektörde çalışan ışıkçıyla, sesçiyle, setçiyle çalışıyorsunuz. Dolayısıyla onların hayatını kazanabilmeleri, hayatını devam ettirebilmeleri oldukça önemli.

 

Peki bahsettiğiniz televizyon sektöründen ekiplerle çalıştığınızda bir dezavantaj oluyor mu?

 

Evet, bir dezavantajı var. Piyasada, televizyonda çalışan ekipler, oradaki hızlı tempoya, işin kendi içindeki disiplinine alıştıkları için, bu durum bir sinema ekibinde sıkıntıya neden olabiliyor. Televizyon alışkanlıkları, dizi alışkanlıkları sinema setine yansıyabiliyor ve siz bir izleyici olarak bile o sinema filmini izlerken orada o etkiyi hissedebiliyorsunuz. Belki o mekanikleşmenin sinema filmine böyle bir dezavantajı vardır.

 

Bunu biraz da “Profesyonel soğukluğu” diye adlandırabiliriz herhâlde.

 

Evet, mesleki deformasyon veya dediğiniz gibi profesyonel soğukluk diyebiliriz.

 

Genel bir soruya geçersek sizce iyi senaryo yazan biri iyi bir film çekebilir mi?

 

Güzel bir soru. Böyle bir önerme olmaz. İyi senaryo yazan biri iyi bir film çeker ya da çekemez diyemeyiz. Yazmak başka bir şey, çekmek başka. Çok iyi yönetmenlik yapan, film çeken biri hiç yazamayabilir. Aynı şekilde çok iyi yazan biri de film çekemeyebilir.

 

Biraz daha açmak için tekrar sormak istiyoruz: “İyi senaryodan kötü bir film çıkabilir ama kötü bir senaryodan iyi bir film çıkmaz.” sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Kesin olarak böyle bir şey denmemeli. Bu, senaryoyu ve hikâyeyi çok yücelten bir şey olurdu. Metnin iyi olması çok önemli, ama asıl olan yönetmenin yeteneğidir. Sonuçta iyi senaryoyu çeken iyi bir yönetmen nasıl ki iyi bir film çıkartabiliyor yahut kötü bir yönetmen o iyi senaryodan kötü bir film çıkartabiliyorsa, kötü bir senaryoyu çekecek iyi bir yönetmenin de o senaryoyu olabildiğince iyi hâle getireceğini düşünüyorum.

 

Senaryonun değişkenliğinden ve kutsal bir metin olmadığından bahsettik. Peki sete girildiği zaman senaryodan emin olmak gerekmez mi?

 

Aslında bunu yönetmene sormak lâzım. Ama bence mutlaka biraz içine siniyor olması gerekir. Senaryodan biraz emin olmalı ki o sete girebilsin. Eğer herhangi bir vakit darlığı yoksa insan sete girmeden önce o senaryoyu halletmiş olduğuna, en azından o an için emin olduğuna kanaat getirmeli.

 

Bir de senaryonun dinlendirilmesi meselesi var. İşin içindeyken bazı şeyleri çok da göremiyorsunuz ve bir süre işten uzaklaşmak gerekebiliyor. Bir bakıma demlenmeye bırakıyorsunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

Buna ben de katılıyorum. Yazılan metni bir süre kenara bırakıp, ondan uzaklaşarak başka bir şeyle uğraşıp tekrar ona dönmek ve onu bir daha ele almak gerektiğine inanıyorum. Bence doğru bir şey bu. Çünkü insan içindeyken göremiyor. Yazarken göremiyorsunuz. Hatta bir süre sonra senarist kendi de metne kör bir gözle bakmaya başlıyor. Kör oluyorsunuz ve başka gözlere ihtiyaç duyuyorsunuz. Başkaları yazan kişinin göremediği birtakım şeyler görebiliyorlar. Bundan dolayı, yazmak, bir kenara koymak, daha sonra bir daha onu alıp okumak iyi olacaktır. Ama bu durum için geniş bir vaktinizin olması gerekir. Eğer vaktiniz varsa, beklete beklete yazmak iyi olacaktır.

 

İlk senaryosunu yazanların düştüğü çeşitli hatalar vardır. Bu kişilere tecrübelerinizden yola çıkarak verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?

 

İlk senaryosunu yazanlar genellikle her şeyi birden anlatma kaygısına düşüyorlar. Hikâyeleri de zaten kendi hayatlarından, kendi deneyimlerinden yola çıkarak anlattıkları bir şey oluyor. Bir nevi orada kendilerini kaleme alıyorlar ve birçok şeyi aynı anda anlatmaya çalışıyorlar. Bu çok düşülen bir hata. Hatta bu sadece ilk senaryosunu yazanların değil, ilk filmini çeken birçok yönetmenin de düştüğü bir hata. Filmin içine her şeyi koyup her şeyi bir filmle anlatma kaygısı. Bunun yerine, içindeki tek bir olaya odaklanıp, o olay üzerinden derinleşebilmek, onu anlatabilmek çok daha doğru. Bir de bu işin çok başında olan ve ilk denemelerini yazan kişiler, ele aldıkları olayı veya durumu karşısındakinin aslında o senaryoyu ilk defa okuduğunu ve senaristin kafasındakilerden habersiz olduğunu, o metne yabancı olduğunu unutarak yazıyorlar. Yani kafasında kurmuş olduğu ilişkileri, durumları, o olay örgüsünü sanki karşı taraf da biliyormuş gibi varsayarak yazabiliyorlar. Bu da o metni ilk defa okuyan kişide birtakım soru işaretleri oluşturuyor. Çünkü onların karşılığı aslında okuyan insanda yok. Bu sık düşülen bir hata. Karşısındaki de sanki biliyormuş gibi yazılması.

 

Senaryonun nasıl kurulması gerektiği üzerine konuşurken önce bir fikirden, anlatılmak istenenden, dertten bahsettiniz. Ama şöyle bir şey daha var. Güzel bir an -bir sekans- görüp, o anı bir filme çevirme düşüncesi olabiliyor çoğu zaman. O anın üzerine bir film giydirme, bir senaryo yazma çabası da diyebiliriz. Sizce böyle bir şey başarılı olabilir mi? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

Dediğinize örnek olarak Takeshi Kitano'yu verebiliriz. Okuduğum bazı röportajlarında aklımda kaldığı kadarıyla bu konudan bahsediyor. Onu çok heyecanlandıran bir sekans, bir sahne veya bir an gözünün önüne geliyor ve o anı çekmek için bir film yapıyor. O da ayrı bir hüner. Bu çok doğru bir şey olmaz bence. Çünkü bir bütünün içinden detaya doğru gitmek daha doğru olacaktır. Bir detayı düşünüp o detayın etrafında bütünlük kurmaya çalışmak çok zor bir şey. Mesela resimden örnek verirsek bu durum, resim yapacağınız kâğıt üzerinde hiçbir yerleştirme, hiçbir kompozisyon çalışması yapmadan, hiçbir şey kurgulamadan, şuraya şöyle çok güzel bir el çizsem deyip de sonra o elin devamında figürü çizmeye çalışmak gibi bir şeydir. Zaten öyle bir çalışmanın sonunda çok büyük bir olasılıkla da figürün kâğıda sığmadığını veya figürün yanlış konumlandığını görürsünüz. Dolayısıyla bir anlık heyecana kapılarak çok güzel bir sahne düşleyip o sahneye göre bir film, bir bütün oluşturmak, mantıklı bir şey değil bence.

 

Bir de şöyle bir şey var. Hikâyede çok güzel bir sahne veya montaj aşamasında çekilen çok güzel bir plân vardır ve bundan bir türlü vazgeçemiyorsunuzdur. Onu atma gereği duymazsınız. Hâlbuki istediği kadar güzel olsun, bütünün içinde yeri olmayan bir şeyin mutlaka çıkması gerekir. Sahneye dair yazdığınız, olay örgüsü içinde yer alan o durumların, mutlaka senaryoya hizmet etmesi gerekir. Eğer hizmet etmiyorsa, yazdığınız istediği kadar güzel, hoş olsun veya o an bizi çok farklı duygulara götürsün, eğer bütün içinde yeri yoksa, bütüne hizmet etmiyorsa mutlaka çıkartılması gerekir. Filmlerde de yönetmenin kıyamadığı için onu filmin içinde bırakması çok sık gördüğümüz bir şeydir. Bu duruma güzel bir örnek söyleyebilirim: Heykeltraş Rodin aylarca çalıştıktan sonra bir çalışmasını tamamlıyor. Gece çok geç saat olmasına karşın onun verdiği coşku ve heyecanla bütün öğrencilerini uyandırıp atölyeye getiriyor. “Söyleyin ne görüyorsunuz?” diye soruyor. Öğrenciler heykele hayran kalıyorlar. Fakat hepsi heykelin güzelliğinden öte heykelin eline takılıyorlar. “Bu ellerden daha mükemmel bir el herhâlde yapılamaz.” diyorlar. Hepsi aynı şeyi dile getirdikten sonra Rodin baltayı alıyor ve heykelin elini parçalıyor. Çünkü el heykelin önüne geçiyor. Senaryoda da buna dikkat etmek çok önemli. Unsurlar birbirine oturacak, hepsi birbirine hizmet edecek, hiçbir şey birbirini perdelemeyecek ve önüne geçmeyecek; yeri yoksa çıkmak zorunda.

 

Daha önce yazmış olduğunuz senaryolardan edindiğiniz tecrübeler, yeni bir senaryo yazmak istediğiniz zaman size ne gibi artılar sağlıyor?

 

Bir senaryo yazmış olmak, yazılacak diğer senaryolar için bir deneyim, bir kolaylıktır. Sonuçta insan pratiklik kazandıkça ilerletiyor; bu hayatın birçok alanında böyle. Sadece teorikle kalmıyorsunuz, pratiğe döktüğünüz zaman bu işe daha vâkıf oluyorsunuz. Ama senaryo yazmak, yazı yazmak öyle bir şey ki bunun bir ayarı yok. Herhangi bir ibresi, göstergesi, düğmesi yok. Yazdığınız her yeni metne sıfırdan başlıyorsunuz. Daha önce yazmış olduğunuz şeyle bundan sonra yazacağınız şey birbirinden çok farklı dünyalar. İkisinin birbirine aktarımı yok. Belki deneyim olarak bir şey aktarabiliyorsunuz. Yeni senaryonuzda çok başka bir dünyanın içine girebiliyorsunuz. Yani sizi hiç gitmediğiniz bir yere ışınlıyorlar ve siz tekrar orada doğmuş gibi oranın şartlarına alışmaya çalışıyorsunuz. Oradaki dünyayı kavramaya ve kurmaya çalışıyorsunuz.

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..