Söyleşi
Mizgin Müjde Arslan SÖYLEŞİ:Kültigin Kağan Akbulut "Bu coğrafyanın insanlarının bildiği bir hikâye olsa da bu seyirlik bir şey. Dramatik yapının kurallarını uyguladık. Ne anlatırsan anlat nasıl anlattığın önemlidir. Sinema seyircisine akıcı hale getirmek için kurguda müdahale ettik."
26.07.2012 “Filmim Benim İçin Varoluşsal Bir Yolculuk Oldu”

Bir sinema platformunun toplantısı için Ermenistan’a giden Mizgin Müjde Arslan orada Irak’taki mülteci kamplarında büyümüş insanlarla tanışır. Hiç aklında yokken bir anda yıllarca kampta kalmış babasını sorar tanıştığı bir kadına. Kadın, “Tanıyorum, o benim babam.” diye cevaplar. Manevi kızıdır, tabii ki. Babası küçük yaşta Kürt hareketine katılan Arslan için yıllarca içinde büyüttüğü babasını bulma mücadelesi tekrar alevlenir. “Ben Uçtum, Sen Kaldın” Mizgin Müjde Arslan’ın Mardin’deki köyünde, Irak’taki Mahmur Kampı’nda yaptığı görüşmelerden oluşan bir arayışın hikâyesi. Arslan’la hem kendi yolculuğu hem de filminin yolculuğu üzerine söyleştik.

Filmde de anlatıyorsunuz, ancak yeniden sormak istiyorum. Filmin doğuşu nasıl oldu? Hikâyeye nasıl başladınız?

Film olma hikâyesinden önce, bu arayış hikâyesi hep kafamda vardı. Çocukken de büyümeyi ve büyüyünce ilk iş onu aramayı düşünüyordum. Yalnız ben on yedi yaşımda, üniversite birinci sınıftayken onun vefat haberi gelmişti. Ondan sonra gitmenin yollarını hep aradım ama zordu, tehlikeliydi, belki o kadar cesur değildim. Gitme zorunluluğunu Ermenistan’daki o karşılaşmaya kadar hissetmedim. İstanbul’a döndüğümde onu bulmadan, onunla bu yüzleşmeyi yapmadan normal hayatıma dönemeyecek durumdaydım. Bu hikâye aslında küçük yaşlardan itibaren içimdeydi.

Filmi ilk başta kurmaca olarak hazırlamışsınız, hatta senaryo çalışmasına da başlamışsınız. Neden daha sonra belgesele döndünüz?

İkisi arasında gidip geldim aslında. Yolculuğa giderken belgesel olabilir düşüncesi vardı aklımda ve o nedenle kamerayı aldık, ama olacağını bilmiyorduk. Bir ihtimal vardı içimde. Profesyonel bir film ekibiyle gitmedik, iki kişiydik. Ses, ışık, kamera, koordinasyon ikimiz tarafından sağlandı. Döndükten sonra o zamanlar çalıştığım film şirketi bunu film yapabileceğimizi söyledi. Ama ben bu düşünceyle cebelleştim, çünkü içinde ben vardım ve kendimi göstermek istemedim.  Bir oyuncunun sizi oynaması ile sizin olmanız arasında fark vardır. Tam da bu ikilik arasında gidip geldi film. Bir oyuncu beni oynayabilir mi ya da ben kendimi göstermeli miyim filmde? Sonra kurmaca yapmaya karar verdim. Çünkü döndükten sonra da yolculuk, çarpışmalar devam etti. Ben yeni yeni aile kavramını oturttum. Ya da benim kim olduğum… Tamamen varoluşsal bir yolculuk oldu benim için aslında. Kurmaca yapmaya çalıştım, ancak yapım koşulları da zorladı beni. Ancak filmin senaryosunda da bir sahtelik hissettim. Hiçbir senaryo gerçeği karşılamıyordu. Bu nedenle belgeselde karar kıldım. Senaryo şu an başka bir film. Belki bir gün o senaryoyu başkası çekmek isteyebilir.

Filminiz hem Kürt meselesinin can alıcı yönlerine dokunuyor, hem de bir yandan babayı, hatta aileyi arayış hikâyesi. İkisi arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz?

Filmde Kürt mevzusu öne çıksa da ben burada bir baba-kız hikâyesi anlattım. Bir adam savaşa gittikten sonra, ailenin nasıl parçalandığını anlatan savaş karşıtı bir film yapmak istedim. Bu filmde bir kayıp var. Herkes istediği kaybı yerleştirebilir oraya. Aslında sadece gitmek de değil, babanın kutsallığı, çocuk için elzemliği, çocuğun onsuz hep yarım kalacağı… En azından kritik süreçlerde varoluşumuzu tamamlamak için o birlikteliğe muhtaç olduğumuz düşüncesi üzerine oturttum, bu amaçla yaptım. Ama Kürt sineması çalışıyorum ve o açıdan bakarsak bu tam bir Kürt filmi.

İlk yönünden devam edersek, siz de bir Kürt sineması araştırmacısısınız, filminizi bugünkü Kürt sineması içinde nerede konumlandırırsınız?

Kürt sinemasını hep kategorize etmeye çalışıyoruz ki bir şeyi kategorize etmek çok zordur. Ama neye benziyor Kürt sineması diye sorduğumuzda, ya da Kürtlerin filmi neye benziyor diye sorduğumuzda benzerlikler buluyorduk. O benzerliklerin hepsi benim filmimde var. Kürtlerin filmi neye benziyor diye sorduklarında, Ben Uçtum Sen Kaldın’a benziyor diyebilirim kendi açımdan. Baba figürü kayıptır, yaşlılar ve çocuklar vardır. Yetişkin insanlar yoktur, çünkü onlar açısından bir savaş vardır. Ya ölmüşlerdir, ya çalışmaya gitmişlerdir, ya şoför olmuşlardır. Düşündüğünüzde hangi filmde baba vardır? Önce baba öldürülür ya da çalışmaya gider. Yolculuk vardır, sınırlar vardır ve geçilir. Yani bir parçalılık hali, aile parçalanmıştır, yaşanan coğrafya parçalanmıştır ve bunun karşılığını sinemada görürüz.

İkinci yönüne gelirsek, bu tarz bir kişisel arayış öyküsünü izleyiciye aktarmak zor bir konu. Nasıl çalıştınız?

Bunu dramatik bileşenler üzerine kurduk. Bu coğrafyanın insanlarının bildiği bir hikâye olsa da bu seyirlik bir şey. Dramatik yapının kurallarını buna da uyguladık. Ne anlatırsan anlat nasıl anlattığın önemlidir, öykülemeyi neyin üzerine kurduğun. Sinema seyircisine akıcı hale getirmek için kurguda müdahale ettik: Finali sürpriz bırakarak, sorular sorup seyircinin kendisinin yanıtlamasını sağlayarak. Bunun gibi yollar denendi.

Filmin ilk ve son sahnesi hariç tümü sizin yolculuğunuzdan oluşuyor. Gerçekte bu yolculuk ne kadar sürdü? Nelerle karşılaştınız?

2009 Kurban Bayramı’na bir hafta kala başladı çekimler. Ankara’da çalıştığım şirket için belgesel çekimindeydim. Bayramdan önce bir hafta izin aldım. Kameramanla birlikte Mardin’e gittik. Çekimler on gün sürdü. Mardin’de başladık, sonra Mahmur’a gittik, bayramdan önce geri döndük Mardin’deki köye. Bizde her Arife günü mezar ziyareti yapılır, tabii sadece Kürtlere has değil, bütün Müslümanlara has bir şey.

Filmdeki mezarlık ziyareti Arife günüydü yani.

Evet. Aslında orada babamın mezarının olmayışının, o gün nereye gidecek olduğumuzu bilmeyişimizin acısı vardı. Film içerisinde hissedilir, hissedilmeyebilir, ama gerçekte böyleydi. O yüzden filmin sonunda dedemin mezarına gidiyoruz. Orada “Ahmet’in dedesi” yazmasının nedeni de buradan gelir. Çünkü filmdeki herkes Ahmet, ya da diğer adı Kemal’e göre tanımlanıyor. Sınırın bu tarafındakiler Ahmet’in kızı, annesi diye, diğer tarafındakiler Kemal’in arkadaşı, manevi kızı diye geçiyor. Bayram öncesine denk getirmeye çalıştım çünkü bayramda mezar ziyaretleri önemlidir.

Peki, çekimleri yaptıktan sonra hemen kurguya mı geçtiniz?

Hayır, çok uzun sürdü geçmemiz.

Profesyonel nedenlerden mi, kişisel mi?

Döndükten sonra çalışıyordum, elimdeki işi bitirmem gerekiyordu. Daha sonra görüntüleri aktardım ve izledim. Ama kendimi hazır hissetmediğimi anladım. Bu şekilde gösterme cesaretim yoktu aslında. Söyleşilerde nasıl bu kadar cesur olduğum soruluyor. Bilmiyorum aslında. Bu süreç nasıl gelişti, filmde nasıl bu aşamaya geldim, bilmiyorum. Ama şimdi bakıyorum da insanın kendini açması, bu kadar şeffaf olması cesaret işi. O zaman bu kadar cesur değildim, hatta asla olmaz diyordum. Yapımcımla bunun kavgasına bile girdik. Kurmaca yapmak istedim. Çünkü kurmacada kaçış yollarınız vardır, bu kurmaca der geçersiniz. Ancak bu sizin hayatınız, burada kaçamazsınız. Bu yüzden uzun süre dokunamadım görüntülere. Senaryo desteği aldım bakanlıktan. Sonra yolculuklar devam etti aslında ve bir şekilde eski görüntülere geri döndüm.

Belgeselinizin estetik yönü hakkında da sormak istiyorum. Bundan önceki belgesellerinizi de göz önünde bulundurursak belgesel anlayışınızı nasıl tanımlarsınız?

Belgesel izlemekten, yapmaktan keyif alırım. Belgesel çok sanatlar üstü bir şey, gerçeğe yaklaşmak isteyenler arasında en azından. Belgesel gerçeğe en yaklaştığın türdür. Ama ben kendimi belgeselci gibi görmüyorum. Ben hikâye anlatmayı seviyorum. Ben aslında masalcıyım. Masalcı bir nenenin torunuyum ve masal anlatmayı seviyorum. Hayatın masallarla güzelleştiğini düşünüyorum. Bir masal anlatılırken saatlerce, günlerce dinleyebilirsiniz. Bu nedenle öykülü sinemaya, kurmacaya çok daha yakınım. Son birkaç yıldır senaryo dersleri veriyorum, şimdi de bir başka senaryo yazıyorum. Belgeselin özgünlüğü nedir dersen, hiçbir tür belgesel kadar özgür olamaz. Bu özgürlük pek çok zaman iyidir, masallardaki gibi karşına ne çıkacağı belli olmayan bir arena sunar. Ama ne aradığın önemli sanırım. Bir şehirde güvenli yolda yürümek ile hiç bilmediğiniz bir coğrafyada, tehlikeli yollarda yürümek gibi. Nerede ve neyi aradığınız önemli belgeselde.

İstanbul Film Festivali’ndeki ve Documentarist’teki seyirci sohbetlerinde daha çok izleyicilerin bu hikâyede neler bulduğunu merak ettiğinizi söylediniz ve seyircilerin düşüncelerini sordunuz. Filminizin seyirciyle etkileşimi gördüğünüz kadarıyla nasıldı?

Filmin yaptığı şey bu benim açımdan. Ben anlattım ve şimdi siz anlatmaya başlayın. Bulgar göçmeni bir seyirci de göçle yaşadığı kendi travmasını anlatmak için mecra arıyordu mesela. Bu karşılaşmalar, yüzleşmeler, birbirine ayna tutmalar beni çok etkiliyor. Benim için sanat ve sinema böyle bir şey. Bu karşılaşmalar bizi bir araya getiren şey, bizi akraba kılıyor, yakın kılıyor. Her soruyu cevaplamaya hazırım ama benim açımdan dinlemek daha kıymetli.

Hem bir belgesel yönetmeni hem de sinema araştırmacısı olarak, son dönemde Türkiye sinemasında görülen belgesel artışını nasıl yorumlarsınız?

Belgesel artışı bence hep konuştuğumuz alternatif tarih oluşturmanın, belge metin oluşturmanın, kayda geçirmenin en etkili yolu. Çünkü insanlar yaşadıklarına bir kanıt oluşturmak istiyorlar. Film çekmenin imkânlarının kolaylamış olması bunu tetikliyor. Daha da artacak. Belgesel, tür olarak Kürtlerin, eşcinsellerin, kadınları dili haline geldi. Bu çok anlaşılır bir şey. Şu an en çok bu kitle anlatmak istiyor, sözün sahibi olmak istiyorlar. Metin ile tanımlanmak istiyorlar. Şimdiye kadarki bütün metinler onların üzerine giydirilmiş bir tarihin sunumu, bunu yeni baştan yazmak istiyorlar. Ben izleyici olarak çok beğeniyorum bu filmleri. Hatta öyle bir aşamaya geleceğiz ki, yapım koşulları iyileşirse, belgesel film yapımına destek artarsa, festivaller artarsa, iki tür arasındaki ayrım tamamen kaybolacak bence.

Bundan sonrası için plânladığınız bir belgesel çalışmanız var mı?

Aslında hiçbir zaman filmi belgesel yapmak istemedim. Kumalık da öyleydi. Hikâye kendisine belgeseli dayattı. Bir şey ne olmak istiyorsa o olur. Bir film de bazen karar verir. Şimdi Büst diye uzun metraj kurmaca bir film üzerine çalışıyoruz. İstanbul Film Festivali’nin düzenlediği Köprüde Buluşmalar’da jüri özel ödülü aldı. Mardin’de bir yatılı okulda 12 yaşlarında çocukların başlarına gelen trajikomik olayları anlatacak. Yatılı okul öğrencileriyle Eylül ayında bir sinema atölyesi yapıp çalışacağız çocukları seçeceğiz, yani yine kendilerini oynayacaklar, belgesel yine stil olarak kendini hissettirecek filmde.

 

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..