Söyleşi
Atıl İnaç SÖYLEŞİ:Banu Bozdemir "Büyük Oyun’da da, Daire’de de karakterlerin hikâyesini klişe tabirle mutlu sonla bitirmedim. Bu da genelde dağıtımcıların pek sevmediği bir durum. Yapımcıların da pek bayılmadığı bir şey belki. Fakat esas gerçekçilik yapısal olarak sahneleri nasıl kurguladığınızdan, sessiz anları nasıl kurguladığınızdan çok yapıda yatıyor diye düşünüyorum."
23.10.2013 “Bazen Çözümü Saçmalamak da Buluruz”

Zincirbozan ve Büyük Oyun gibi filmleriyle hatırlanan Atıl İnaç yeni filmi Daire’de, üniversitede felsefe dersleri veren Feramus’un babasını kaybettiğini öğrenmesi üzerine memlekete dönmesiyle başlıyor. Yolu burada boş bir havaalanında çalışan Arif ve tiyatro oyuncusu Betül’le kesişen Feramus, bir yandan beklenmedik bir zamanda gelen aşkla, bir yandan da içinden çıkılmaz bir bürokratik engeller yumağıyla karşılaşıyor. 20. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Banu Bozdemir’in yönetmenle yaptığı söyleşiyi aktarıyoruz.

Kardeşiniz Ulaş Bey’in başladığı yolculuğu siz devam ettiriyorsunuz sanki…

Aslında aynı kişiyiz, kılık değiştirip sizleri şaşırtıyoruz. (Gülüşmeler) Bizi birlikte gördünüz mü? Kimse görmedi aslında. Şaka bir yana bir bayrak yarışı durumu var mı hayatımızda bilmiyorum ama ben bayrağı alayım demedim hiç. Onun hayatı daha lisedeyken konservatuar ve operayla başladı. Ulaş Fransa’da, ben de Amerika’dayken benim de projelerim vardı. Bazıları yapıyor belki kendi anadilini konuşmadığı, mücadele etmediği bir coğrafyada kariyer de kurulabiliyor ama en doğru yol insanın kendi anadilinin konuşulduğu ülkede hikâye anlatması. O Fransa’dan döndü, ben de Amerika’dan. Televizyon projelerinde yorucu olmasına rağmen çok çalıştık. Ama bireysel projeler ya da sinemada o kendisi çalışıyor.

Bir İnaç Kardeşler ekolü olmayacak yani. Filmografinize baktığımda Kolpaçino ve Kutsal Damacana filmlerini de yönettiğiniz yazıyor.

Kolpaçino’yu ben çektim, ama Kutsal Damacana benim değil. Ben çekecektim, sene başında dağıtımcılara benim ismim gitti ve öyle kaldı sanırım. Büyük yapımlar sene başında salonları rezerve ettikleri için basına da öyle duyurmuşlar. Şafak Sezer oynuyor, Atıl İnaç çekiyor diye.

Sanırım tamamen ticari kaygılarla çektiniz, yoksa sinema diliniz farklı, Daire’de daha da oturmuş bir sinema dili var.

Galiba bizim üçüncü sınıf ülke sinemasına biçilen rolde bu ayrım çok keskin var. Mesela Cannes ve Berlin’de ticari diye bildiğimiz yönetmenlerin filmleri de yarışıyor. Festival yönetmeni “arthouse” film yapar, onun dışındakiler de ticaret yapar mantığı bir tek bizde var galiba.

Zincirbozan’la dikkatimi çekmiştiniz, yani yönetmeninin kim olduğuna baktığım bir film oldu.

Zincirbozan, Kolpaçino’dan daha tuhaf bir yere oturuyor. Ben onu dizi olarak çektim Türkmax’e. Senelerce orada oynadı. Çok sevdiler diziyi, zaten yeni açılıyordu ve bu bizim lansman işimiz olsun, malzemelerden bir film çıkarın dediler, yaptık. Bunun hesabını o dönemde yapmamıştım. Bir sinema yapıtının eleştirileceği nokta ekseriyetle yönetmendir. O yüzden bir dizi haklı eleştiri de olunca etik olarak benim bunları savunmam gerekiyordu. Ama sinema filmi olarak yapılmamış bir sinema filmi olmasına rağmen, ben hâlâ değerli bulurum. Yapmak istediğim projelerle ilgili bir tutarlılık, türdeşlik içinde gördüğüm tutarlı bir iş.

Siyasetçiler açısından bakmanız filmi farklı kılıyordu ve benim kafamda belgesele yakın bir film izlediğime dair bir duygu kaldı.

Öyle hissetmeniz şu yüzden. Bir kere bütün karakterler gerçek karakterler. O dönemin siyasi, askeri ve aktivist aktörleri. Temel olarak basından, belgelerden okuyacağımız dönemi analiz edeceğimiz bütün kişiler üzerinden bir hikâye oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu kadar gerçek referans üzerine kurulunca ve altı bölümü birleştirip aralarda sinema duygusu yaratacak sessiz, mizansene dayalı her şeyden kurtulup, diyaloga dayalı bir anlatım kurunca ister istemez o dönemin belgeseli gibi oldu.

Büyük Oyun’la biraz daha sinemaya, kendi işine kanalize olmaya dair gibisiniz.

Tabiri caizse miladi bir takvim koyacaksak aslında Daire diyebilirim.

Evet oraya geleceğiz ama Büyük Oyun da benim için birçok konunun iyi bir biçimde toparlanma filmiydi…

Olayları ben bireysel bağlamı içinde pek değerlendiremiyorum. Avrupa sinemasının, belki sinemanın başından beri Amerikan sinemasına karşı hem sanatsal hem de ideolojik bir eleştirisi vardı ya… Propagandist bir mantığı olduğu, ekseriyetle bir hayal, umut ve iyimserlik satmak üzerine kurulu bir antidepresan gibi bir yapı olduğu ve özünde yönlendirme, biçimlendirme ve palavraya inandırma ideolojisi olduğuna dair onlarca yıldır süregelen bir eleştiri var. Amerikan sinemasının hangi janrını üretirse üretsin (korku, komedi vs) satmaya çalıştığı bir düşünce var. O da şu: Eğer kahraman hikâyenin gelişimi içerisinde kendisiyle ilgili bir olgunlaşma süreci yaşarsa, problemlerinin çözümünün elini uzatıp tutma, yakalama mesafesinde olduğunu görürse her şeyi çözer şeklinde bir ideoloji satıyor.

Bunu eleştiriyorsunuz sanırım…

Bana uzun bir süreden beri üçüncü dünya ülkelerinin sineması da, sistematik olarak festivallerle, pek çok dağıtım ağının filmler üzerindeki seçici etkisiyle, süzgeçlerle bir tür sinema anlayışını dayatıyorlar. Bu minimalist yeni gerçekçi sinema örneklerine baktığınızda küçük dünyalara sahip küçük bireylerin varoluşsal problemleri, o kendi varoluş dünyasından bir sorun dünyası içinde. O kadar büyük dertle içinde değiller. Bence yapa yapa ahlaki bir problem haline gelen bir sinema dayatılıyor. Gerçekten insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmediği kadar ciddi sosyal huzursuzlukların yaşandığı bir süreçteyiz. Sosyopolitik paylaşımla ilgili ciddi krizler ve bunların patlamaları var. Gezi Olayları aslında 1 Mayıs’ta başladı. Bütün bu toplumsal huzursuzluk Yunanistan’da da var, Romanya sürekli protestolar halinde, Macaristan, İtalya giderek daha da karışacak. Ortadoğu’yu saymıyorum bile. Bu coğrafyaları oluşturan bizlerin içten içe kaynayan problemleri, bizim öyle üçüncü dünya sinemasında anlattığımız gibi bireyin kendi izole ve entel iç dünyasına indirgenebilecek kadar bireyci problemler değil. Kimsenin yaptığı sinemayla ilgili doğrudan eleştiri yapmayı sevmem ama artık bu durumu şüpheli bulmaya başladım. Ana karakterin adını koyamadığı ilişkisel ya da cinsel durumlar üzerine varoluşsal hikâyeler… Dünyada çok problem var arkadaşlar!

Bir de bunu çok politik alt tabanlı argümanlar olarak da sunmaya çalışıyorlar.

Ödül alırken çok slogan attıkları için olabilir. Sınıf diye, sınıf çatışması diye bir olgu hâlâ var ve dünya üzerinde paylaşıma dair bir problem var. Bugün Amerika ve Avrupa’da da sokaklarda yatan binlerce insan var. Tamam anlatılabilir, sanattır, sansür de yapılamaz ama çok büyük bir kontrol mekanizmasına sahip olduğu için sinema sürekli bireysel hikâyelerle ilgili film yapılırsa, topyekün yaşadığımız şeyler es geçilince, eğer şizofren değilsem, ben bunun altında hakikaten bir buzağı olduğunu düşünüyorum.

Peki siz bunları görerek, fakına vararak ve değerlendirerek Daire’yi nasıl oluşturdunuz?

Bizim yaptığımız iş de kuralları olan, seyircinin üzerinde duygu kontrolü yaratabileceğiniz bir formel yapı kurabilirsiniz, bu o kadar karmaşık bir şey değil. Hikâye oluşturma durumu, katarsisi yaratmak için bir tür kurtuluş, kefaret, içine düştüğü açmazı, sarmalı açtığı, evrildiği ve başka bir şeye dönüştüğü bir chapter’la bitiriyorsunuz. Bunun da kuralları var tabi. Fakat bu tam anlamıyla içinde yaşadığımız dünyanın mimesisi değil. 90, 100 dakika içine sıkıştırdığımız hikâye bittikten sonra gerçek hayatın içinde karşılık geldiği, temsil ettiği problemlerle uğraşmaya devam ediyoruz. Ben Büyük Oyun’da da, Daire’de de karakterlerin hikâyesini klişe tabirle mutlu sonla bitirmedim. Bu da genelde dağıtımcıların pek sevmediği bir durum. Yapımcıların da pek bayılmadığı bir şey belki. Fakat esas gerçekçilik yapısal olarak sahneleri nasıl kurguladığınızdan, sessiz anları nasıl kurguladığınızdan çok yapıda yatıyor diye düşünüyorum. O anlamda da benim gerçekçilik anlayışım bu. Pek öyle doksan dakikaya sıkışmış kefarete inanmıyorum ben.

Mizah ve dramın iç içe geçtiği filmleri seviyorum, Daire filminde bu etkiyi aldım. İkisinin aynı anda  etkisini yükselttiğini ve yok ettiğini düşünürüm zaman zaman. Gerçeküstücü buldum ve hoşlandım, belki de size göre öyle değildir…

Bana göre pek öyle değil, evet. Zincirbozan, ki olabildiğince gerçek insanların ciddi durumlar içerisinde ölüm kalım meselesi üzerine konuştukları, kararlar aldıkları bir hikâyeydi. O kadar mizaha yer vermeyen Zincirbozan’da bile serpiştirmeye çalıştım. Evreni olabildiğince bu adamda zeka problemi mi var dedirtecek kadar saf ve absürd oyunlar vermeye çalıştım, tonlamalar ya da algı yavaşlıkları ile. O ciddi mevzular içinde geçmemiş olabilir ama karşılığı oldu, gülenler oldu. Aynı şeyi Büyük Oyun’da büyük dramatik bir yapı içinde vermeye çalıştım. Salataya bir damla sos dökersiniz belli olmaz ama oradadır ya.

Ama bu filmde zirve yapmışsınız… Belki de senaryosu tamamen size ait olduğu için.

Evet, sette yapmaya çalıştığınızdan daha farklı, metinde kurduğunuz bir şey oluyor. Bana çok gerçek geliyor. Günlük hayatımda en travmatik, dramatik olaylar karşısında öyle olduğumuzu gözlemliyorum. Bir şekilde bir sinir bozukluğu ortaya çıkıyor, ortada gülünecek bir şey yokken birisi gülmeye başlıyor.

Gişe Memuru’nu izlediniz mi? Orada da memur sürgün edilir, bekler bekler kimse geçmez ya o yoldan. Sizin havalimanının öyküsü nedir? Gerçekten kullanılmayan bir havalimanı mıydı?

Ülkemizde şu anda sayıları bir miktar azaltıldı ama hâlâ kullanılmayan on kadar havalimanı var. Haftada bir pervaneli uçak, Bora Jet’in küçük uçakları iniyor. On beş yıl önce açılmış ama iki yıldır çalışıyor.

Ben bilmiyordum mesela bu kadar atıl havalimanı olduğunu…

Zincirbozan’ı çektiğimiz vakit İstanbul Havalimanı olarak kullanacağımız bir alana ihtiyaç vardı. 80’ler ortamını yakalamamız gerekiyordu. O dönemde Çorlu Havalanı’nı bulduk. Aynen bizim Daire’deki bir görüntü vardı. Temizlik, güvenlik personeli vardı. Bizi de aradılar girerken. Hararetle aranınca sordum uçuş var mı burada diye. Bordda sekiz ay sonra inecek  bir uçak gözüküyor. Orada öyle bir hayatları vardı o insanların.

Onu da güzel vermişsiniz, kadının üreten, işleyen tiyatrosu kapatılırken, işlevsiz bir havaalanının devam etmesi… Güzel bir eleştiri.

Bunlar yorum bile değil artık istatistik. Mesela istihdam edilen polis sayısında yüzde 88 artış olmuş. Öğretmen sayısında ise yüzde 24 azalma olmuş. On sene içinde Türkiye nüfusu da yüzde 30 arttı. Öğretmene ve tiyatroya ihtiyacımız yok mu? Var ama lüzumsuz. Bütün sanat kurumlarını lüzumsuz görme hali var. Yatırım yapıyoruz denilen tek şey beton, silâh ve o silâhı kullanacak olan zırhlı, robocop görünümlü insanlar.

Bunları da fazlasıyla hayatımızın içinde görüyoruz zaten…

90’lı yıllarda bir ara televizyonda görmüştüm. Güneydoğu illerinden birinde 85 bin kişilik dev bir stadyum vardı. İnekler otluyordu, zaten birinci ligde takımları yoktu. Böyle yatırımlar var ülkemizde akıl almayacak büyüklükte. Bu Cumhuriyetle ilgili bir şey de değil, Osmanlı son döneminde padişahlardan biri Fransızlara bir sipariş veriyor.  Bir tane av köşkü, bir tane de tren garı. O dönemin bayındırlık bakanının muadili neyse artık bir karışıklık oluyor. Tren garı Dalaman’da dağ ve ormanlık bir alanda yapılıyor, av köşkü de tam yanına. Tren garı hâlen duruyor. Filmde bununla ilgili bir sohbet vardı ama çıkarmak zorunda kaldık. Film uzuyordu.

Çok mu attınız?

Üretim sürecimizin o yönü ortak. Herkes 150’den falan kesmeye başlıyor. Amerikalılar gibi kâğıt üzerinde çalışmıyoruz, onlar bitirdiklerinde neredeyse başa baş gibi bir şey oluyor.

Bizdeki bu rahatlık nedir o halde, bol kepçeden çekme halleri?

Bizde bir kısmet durumu var, her açıdan alalım, bol bol çekelim. Fassbinder gibi dört saatlik film çekelim demiyorum ama bugün Amerikan ticari sinemasında bu işin normu 120 ile 180 arasında bir yere oturuyor. Epik bir şey anlatıyorsanız bayağı uzun oluyor. Bizde öteden beri beş bobine sıkışsın mantığı var ki sinemalar seanstan kaybetmesin diye. Biraz Yeşilçam’dan gelen bir zorlama var. Bazı filmler doksan dakikaya sıkışmıyor. Dizilerimiz bile bizim 130 dakika. Filmde hep seyirci sıkılır durumu var.

Bu, biraz da bağımsız filmlerin seyircide yarattı erozyondan kaynaklanıyor.

Evet, ama o filmde 40. dakikada da sıkılıyor. Bununla ilgili New York Times’ta bir ay önce falan bir haber yapılmış. Spielberg’ün de bir beyanatı vardı. Sinema, sinema salonunda izlenen bir şey olmaktan çıkıyor ve aynı opera ve bale gibi takım elbiseyle ayda bir gidip izlediğimiz bir etkinlik olacak diyor. Sinema salonları sürdürülebilir bir iş dalı değil ve bitiyor diyor. Sinema daha çok evde tüketiliyor ve salondaki bir zaman algınız yok. Benim sinemayla olan parametremi belirleyen çok önemli bir şey daha var. Kitap ya da müzik etki edebildiğim bir sanat dalı. Salonda film izlemekte tamamiyle pasif bir durum var. Film çeken biri olarak ben bile evde DVD’den izlemeyi tercih ediyorum. Eserle olan ilişkimde bu benim en doğal hakkım diye düşünüyorum. Sinemanın ilk günlerinde illüzyon gibi sunulan bir tarafı var ya, o gelenek yerleşmiş bence. Aktif olarak izleyebilmek daha doğru geliyor bana.

Bir yandan da hâlâ sinema kompleksleri açılıyor, sinemada izleme teşvik ediliyor, olanakları ve cazibesi arttırılmaya çalışılıyor. Belki de gazete gibi bir anda bitecek…

Buna tamamen kâr ve yatırım gözüyle bakan sektör belki on yıl önce hâlâ insanları salonlara çekerek para kazanacakları bir alan olarak düşünüp şanslarını denediler. Bütün hit filmlerin üç boyutlularını yapmaya çalıştılar, hepsi battı. Bence umutları suya düştü. Amerika gişelerine de baktığımızda sektörün umut bağladığı filmlerin sanırım bir tanesi beklenileni verdi, diğerleri battı.

Tekrar filmle dönecek olursak filmde “yokluğundan şüphe duyarım” lafını kullanmışsınız ve duyunca hemen dikkatimi çekti. “Varlığından şüphe duyarım” lafını ters çevirmiş gibisiniz. Filmde karakterlerin (Feramus ve Betül) bir yandan Tanrıyla hesaplaştığını düşündüm, kaderci bir yanı var mı sizce filminizin?

Kendi şahsında, benim iki karakterim de inançsızlar. Feramus’un her şeyden vazgeçtiği ve kabulümdür dediği, o noktaya geldiği psikoloji en yaygın haliyle varlığından şüphe ediyorum iken, inanmayan biri için karşı argüman gibi. Galiba varsın ve galiba benimle uğraşıyorsun gibi bir isyan. Aksi taktirde her şey bu kadar üzerime geliyor olamaz şeklinde bir isyan.

Betül’ün kızıyla olan sonuna doğru hazırlanmasını da ilmek ilmek dokuyorsunuz, hepimizi hazırlıyorsunuz o sahneye…

Dramatürjik olarak bir tesadüf olarak kurgulamadım. Ne tesadüftür ki karşısına böyle bir iş çıkıyor ve kızı hasta… Ölünce ilk onu yıkayacak. Aslında Betül’ün trajedisinde yaşanan finali tesadüf diye düşünmedim. Karşı perspektiften bir isyan gibi kurguladım. O da bu metafizikse ya da benim açıklayamadığım her ne ise bununla oynamayı kabul ediyorum tarzında bir durumdu. Betül çok rahat ölü yıkamaktan daha başka bir iş bulabilirdi. Bu kadar absürd bir şeye kalkışmasına gerek yok. Ama etrafımda saçma şeyler oluyorsa ben de öyle davranacağım moduna geçiyor. Bilinçaltında verdiği kararın kızını yıkamak için olduğunu biliyor ya da seziyor diye yazdım. Bunu ne kendisine ne de üçüncü bir şahsa açıklamayacağı gibi herhangi metin düzeyinde seyirciye de açıklamıyor. Ama o psikolojiye yakın bulacak, özdeşleşecek insanlar olacaktır ve onu sezecektir diye düşünüyorum. Bazen çözümü absürdlükte ya da saçmalamakta bulan anlar olur. Rasyonel olmayan daha çok ilgimizi çeker. 2002 seçimleri için herkes ülkedeki mevcut duruma karşı tepki olarak yepyeni bir Türkiye yarattığını söyledi. İşlemeyen bir şey için en absürdünü yapma halidir. Betül’ün tamamdır, beni yaz bu işe demesi de buna denk düşüyor. Aklıma yatanları denedim olmadı, en absürdünü deneyeyim bari…

Filmde memurların durumundan, doğa talanına kadar ufak ufak eleştiriler koymuşsunuz. Siz de bir şeyleri kaybettiğimizi düşünüyor musunuz?

İlk konuşmaya başladığımızda genel bir serzenişte bulundum. Siz bu tür sinema yapın diyen bir sinema anlayışından dem vurdum. Bunu bizim yaptığımız iş içerisinde ister festivallere soktuğunuzda eleştirmenlerden aldığınız yorumlardan, programların filmlerinizle ilgili yazdıkları raporlar olsun hep karşınıza çıkan bir cümle vardır. Sanki yedi ölümcü günah gibi. Film çok politik! Sanatın politik olmaması gerekirmiş gibi bir noktaya gitti bu. Hatta bu yakın zamanda Gezi ve onun türevi olan olaylarda da pek çok kişi şöyle dünyanın en doğal yorumuymuş gibi yorumlar yaptı. Sanatçı siyaset yapmaz, sanatçı herkesi kucaklar. Bu, “siyaseten doğruculuk” zamana yayılarak adım adım yerleştirildi. Amerika’da bunun üzerinden pek çok linç operasyonu dönüyor. Her şeyle ilgili siyaseten doğru bir tavır takınmaya çalıştığınızda aslında hiçbir tavır takınmaz noktaya geliyorsunuz. Herkesi kucaklamak diye bir şey yok. Bir filmde kurbanı, katili ve onu kurtaranı aynı şekilde sevmek diye bir şey sözkonusu değil. Bütün bu önyargıya karşı anlattığımız hikâyeler birilerini kızdıracak dahi olsa bir parça Brechtyen olabilmeli. Didaktik olabilmeli ve ahlakçı bir yerde durabilmeli. Objektivite ve tarafsızlık diye çok allayıp pulladığımız şey hiçbir ahlâki duruş sergilememek değil. Öyle algılanmamalı. Siyasi tarafları olmalı, bir şeyleri eleştirmeli. Bu sanat doğası gereği böyle ama bir çeşit işe dönüştürüldüğü için ayıklanmaya ya da unutturulmaya çalışılıyor gibi. Didaktik olsun, hiçbir şey söylememesinden daha iyidir.

Filmde Feramus’un düş ya da gerçeklikten koptuğu sahneler filmin ortalarında çok dozundayken, sonlara doğru çok fazla arttı ve bu da filmde bir sarkma ve kimi zaman tatminsizlik yarattı. O düş sahnelerinin neden bu kadar etki ettiğini sormak istiyorum filme?

Röportajda ne kadar değinilmeli emin değilim ama özellikle son blogdaki rüya sahnelerinin ritmi, zaman algısı seyircidekine benzer bir etkiyi bende de yarattı. Uzun bir süre girince araya, ben de yedi aydır falan yurtdışındaydım. Oturdum, seyirciyle uzun bir aradan sonra ilk defa izledim. Benzer duygular yaratmadı diyemem. Ufak bir revizyon yapıyoruz, o sahnelerin bir bölümünden feragat ettim. O yüzden Adana’da izlememiş olanlar için böyle bir sorunsal kalmadı diyebilirim. Atılmış sahneler diye DVD’ye koyacağım zaten.

Vizyon öngörüsü var mı? Vizyona girecek mi film?

Girecek tabii. O konuda sorun hep var. Sonuçta bağımsız sinemayı eleştiriyoruz ama bir tane realite var. En büyük destek bizim sinemalarımızın biletlerinden toplanan ve fon olan Kültür Bakanlığı desteklerinden geliyor. Vizyona çıkacak ama AVM’lerin içindeki Mall dediğimiz çok salonlu sinemalar artık biz bağımsız film istemiyoruz diyerek bağımsız sinema potansiyelinin üzerini çizdikleri için bu filmler oralara giremez noktaya geldi. İlk zamanlar demoralize oluyorduk seyirci rakamları konusunda ama artık alıştık. İki milyon kişinin izlediği filmle kıyaslayınca değersiz hissediyordunuz kendinizi. M3’ün alternatif bir yöntemi var sanırım, her seansta aynı filmi oynatmak yerine, 5-6 filmlik bir paketi sunacak sanırım sinemalara. Aynı festivallerde olduğu gibi. Yurtdışında böyle bir yapı var zaten.

Bize de öyle bir şey gerekiyor zaten… Daire festival yolculuğuna devam edecek mi?

Adana’yla başladık, Antalya, İstanbul Modern… İstanbul Modern’de gösterilmesi iyi bir şey bence. Parmak hesabı yapmadan her yerde gösterilmeli, vizyon öncesi insanlara ulaşmasında sorun yok. Zaten seyircimiz belli, festivallerle buluşması vizyonu olumlu etkiliyor bence.

ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..