Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
23.05.2012 Kuzgun Postmodern Bir "Şölen" Barış Saydam

 

Spoiler Uyarısı: Bu yazı filmdeki kilit sahnelerle ilgili bilgiler içermektedir. Filmi izledikten sonra okunması önerilir.

 

Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiiri, sevgilisini kaybetmiş bir âşığın hiç bitmeyen arayışını hüzünlü ve karanlık bir atmosfer içinde betimler. Genç âşık meleklerin çağırdığı eşsiz sevgilisi Lenore’un yasını tutarken, Pallas büstünün üzerine tüneyen kuzgunun sorduğu her soruya “nevermore” (hiçbir zaman) cevabını vermesiyle daha da karamsarlığa düşer; ama onun karamsarlığında çekici ve karşı konulamaz bir yan vardır. Tıpkı Poe’nun kendisi gibi, şiirindeki karakter de yaşadığı hüzünden ve melankoliden gizli bir keyif alır. Karanlığa doğru yolculuğunda derinlere inmekten bir an olsun bile tereddüt etmez. Şiirin sonlarına doğru adam, kuzgunun sadece kendisine öğretilen bir sözcüğü ezberlediğini ve aslında kendisini anlamadığını ve kendisiyle konuşmadığını fark eder. Fakat yine de sormaktan geri durmaz: Ruhum cennette mi buluşacak o Lenore’la? Cevap tektir ve değişmezdir: Hiçbir zaman! Bütün esrikliğiyle üstelemeye devam eder. İstediği şey aslında kendisini rahatlatacak bir cevap değildir; tersine kuzgunun yalnızlığını dağıtmasından şikayetçidir ve “bırak beni, git kapımdan” diye haykırır kuzguna. Burada aslolan karakterin ölümle ve yasla kuşatılmış bir döngünün içerisine hapsolmasıdır. Poe’nun “Kuzgun” şiiri, bu açıdan onun öykülerine de taşınan döngüselliği en iyi özetleyen çalışmasıdır. Poe hiçbir zaman o döngünün içerisinden çıkmaya çalışmaz, çabalamaz; onun esas beslendiği yer orasıdır, onun yaşama alanı o döngüselliğin içerisidir. Dolayısıyla Poe’nun öykülerinde anaakım sinemanın tabiriyle “rahatlatıcı” bir unsura yer yoktur.

 

James McTeigue’nun Edgar Allen Poe’nun hayat hikâyesinden ve öykülerinden bölümler kullanarak kotardığı Kuzgun filmi ise, bütün oyunbaz yapısının arkasında, finalde sağlayacağı rahatlatma ve düğümü çözme ânı üzerine kuruludur. Poe’nun öyküleri bir yapboz misali birbirlerine eklemlenerek postmodern bir anlatıyla beyazperdeye taşınırken, yazarın ölümle mühürlenmiş yaşamı ve kendi karanlığına bakmaktan çekinmeyen tekinsiz yanı yerini bir antikahraman romantizmine bırakır. Özdeşleşmenin sağlanması için Poe karakteri daha sevimli, romantik ve insanların bağ kurabileceği kadar “açık” olmalıdır. Poe’nun kendi yaşam öyküsünden de yararlanılarak çizilen karakter, anaakım sinemanın temel mekanizmaları içinde eritilirken, olay örgüsü de onun çeşitli hikâyelerinden parçalarla ilerler.

 

Filmin Oyunbaz Evreninde Poe Hikâyeleri

Filmin ana çatısı Poe’nun “Morgue Sokağı Cinayetleri” hikâyesini kendisine merkez alır. Paris’te iki kadının vahşice öldürülmesini araştıran Dupin, olay mahalline geldikten sonra bir kadının boğazının kesildiğini, diğerinin ise boğularak baca boşluğuna sıkıştırıldığını görür. Filmde Dupin karakteri yerine dedektif Fields olay yerini inceler, iki kadının cesedini aynı şekilde bulur ve katili aramaya başlar. Filmde kullanılan bir diğer Poe hikâyesi de “Kuyu ve Sarkaç”tır. Yazarın en etkileyici ve tüyler ürpertici öykülerinden olan eserde, İspanyol Engizisyonu tarafından kendisine işkence yapılan bir tutuklu yaşadıklarını bütün çıplaklığıyla anlatır. Öykünün en korkutucu yanı ise, tutuklunun her şeyi kendi ağzından anlatmasıdır. Poe bu öyküde gerçeküstü bir öğeden yararlanmak yerine, doğrudan insanın duyu organlarına hitap eder ve korkuyu okuyan herkesin zihninde yeniden yaratır. Filmde ise, bu öykü katilin cinayetlerinden birine ilham verir ve yeniden tasarlanarak estetize edilir. Poe’nun gerçek hayatta en çok tartıştığı ve Poe’nun ölümünden sonra ona karşı en ağır yazıları yazan eleştirmen Griswold, filmde tatsız bir ironi sonucu “Kuyu ve Sarkaç” öyküsünün başkarakteri olur ve bir masa üzerine yatırılarak ortadan ikiye ayrılır.

 

Poe’nun “Kızıl Ölümün Maskesi” hikâyesinde, Prens Prospero “Kızıl Ölüm” isimli bir hastalığın neden olduğu salgından korunmak için kendisini bir manastıra kapatır. Kendisiyle birlikte manastıra kapanan pek çok soyluya burada bir maskeli balo düzenler. Balonun ortasında gizemli biri ortaya çıkar ve tüm odaları dolaşmaya başlar. Prospero bu yabancıyla yüzleştiği anda düşüp ölür. Ölümün kaçınılmazlığının bir alegorisi olarak da okunabilecek bu öykü, filmde katilin Poe’nun sevgilisini kaçırırken başvurduğu bir ipucu şeklinde bağlamından koparılarak beyazperdeye yansır.

 

Postmodern Bir Anlatı Olarak Kuzgun

Filmdeki bu örnekler uzadıkça uzar: Filmin girişindeki “Kuzgun” şiirinden, “Annabel Lee”ye ve bahsi geçen öykülerin dışında filmde bir şekilde kendisine yer bulan “Gammaz Yürek”, “Kara Kedi”, “Amontillado Fıçısı” gibi öykülerden bölümlere kadar filmin geniş bir Poe repertuarı mevcut. Fakat esas önemli mesele, bunların nasıl ve ne amaçla kullanıldığı. Kimi ana çatıyı kimi cinayetlerin işlenme şeklini kimi de dedektifin ve Poe’nun cinayetleri çözmesi için ipucu şeklinde bırakılan bu öykü parçaları, bir bakıma Umberto Eco’nun klişelerle ilgili sözünü de haklı çıkarır: Bir ya da iki klişe bizi güldürür, ama yüzlercesi bir arada olursa gerçekten etkileniriz diyen Eco, bize postmodernist anlatıların klişeleri ve bir dizi gönderme üzerine kurdukları repertuar sinemasının piyasa tabiriyle neden “tuttuğunu” da ispatlar. Poe üzerine çekilen bir filmde Poe’nun öyküleri klişe işlevi görür ve izleyicinin öyküyü daha rahat kavramasına ve yaratılan kurmacanın içine sürüklenmesine imkân tanır. Film, dedektif hikâyeleri üzerinden gotik korku ve kara film türlerine öykünerek bunlarla istediği gibi oynar ve seyircinin de Poe öyküleri arasında yapbozları doldurarak keyifli bir şekilde vakit geçirmesini sağlar. Son derece stilize bir şekilde türlerin kodlarını yeniden üretirken, Poe’yla yeni tanışmış bir ergen heyecanıyla bir tür Poe fetişizmi yaratmaktan geri durmaz. Atmosfer konusundaki bu romantik ve kaygısız tavır ise, filmin arka plânının, Poe’nun yaşadığı dönemin Amerika’sından çok Karındeşen Jack’in hikâyesinin geçtiği ve 19. yüzyıl Londra’sının betimlendiği Cehennemden Gelen (From Hell, 2001) filmine benzemesine neden olur. Poe içinde yaşadığı (belli bir söylemi, ussallığı ve sınırları olan) mekândan ve dönemden çıkarılarak, yeniden titizce yaratılan bir evrende “amaca uygun” bir şekilde yaşatılır.

 

Postmodern anlatıların orijinallikten uzak, parçalı ve bir tür repertuar sineması üzerine kurulu yapıları bir başka sorunu daha gündeme getirir. Modern zamanda parçalı anlatımı, göndermeleri ve içi boşaltılmış temaları eleştirel bir silaha dönüştüren parodi, postmodern filmlerde pastişe dönüşür. Fredric Jameson’a göre pastiş de parodi gibi kendine özgü ya da benzersiz, “nevi şahsına münhasır” bir üslup, lengüistik bir maske, ölü bir dilde yapılan konuşmadır. Ancak pastişte parodinin gizli amaçları yoktur, alaycı içgüdüleri kopartılmıştır. Pastiş, boş bir parodi, kör bir heykeldir. (1) Öykülerinde güldürüyü groteske, gerilimi canlandırarak korkuya, nüktedanlığı abartarak bürleske dönüştüren (2) Poe’nun bütün bu incelikleri, Kuzgun filminde öykülerinden parçaların pastiş mantığıyla birbirine eklemlenmesiyle inceliklerinden ve özgüllüklerinden uzaklaşır. Seyirciye yüzeysel anlamda hoş vakit geçireceği bir alan yaratılırken, özde ise içi boş, ruhsuz ve bütünsellikten uzak bir yapım ortaya çıkar.

 

Parlak Cilanın Altındaki Boşluk

Kuzgun’un görüntüdeki şıklığına rağmen ruhsuzluğunun neden olduğu boşluğu, belki de bu tür anlatıların en tanınan yönetmenlerinden Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman (Pulp Fiction, 1994) filminden bir örnekle açıklamak ve postmodern filmlerde yapılan göndermelerin yarattığı bumerang etkisini ortaya koymak anlamlı olacaktır. (3) Ucuz Roman’da Uma Thurman’ın canlandırdığı Mia karakteri Jean-Luc Godard’ın Hayatını Yaşamak (Vivre Sa Vie, 1962) filmindeki Anna Karina’nın oynadığı Nana karakterinin modern bir uyarlaması gibidir. Mia saçlarından tavırlarına Nana’yı hatırlatır, Nana’nın oturduğu cafe’lere benzer mekânlarda vakit geçirir. Hayatını Yaşamak filminde cafe’de oturduğu sahnede Nana, başımı kaldırıyorum, bundan ben sorumluyum, başımı çeviriyorum, bundan ben sorumluyum diyerek, varoluşunu sorgular, hareketlerinin yaşamına olan etkisi üzerinde durur. Oysa Ucuz Roman’da bu tür bir etki yerine, ucuz bir malzeme ve kitsch bir estetik vardır. Karakterler cafede oturup neden domuz eti yemediklerini tartışırlar, popüler kültür üzerine geyik yaparlar. Karakterlerin içinde bulundukları mekânlar, karakteristik özellikleri, kimliklerini ifade eden şeyler ve içerisine girdikleri olay örgüsü hep farklı filmlerden alınmıştır; yaptıkları tek orijinal şey sürekli konuşmalarıdır. Mia karakterinde olduğu gibi, dış görünüş olarak sinema tarihinin etkileyici filmlerini ve karakterlerini anıştıran kahramanlar, öze inildiğinde ise büyük bir boşluğu barındırırlar. Göndermeler ve alıntılar bütünü filmi yukarıya çekmek yerine, filmin altını oyarak bumerang etkisi yaratır. Filmlerin parıltılı cilası döküldüğünde geriye ruhsuz ve içi boş “ucuz malzeme” kalır.

 

James McTeigue’nun Kuzgun filminin finalinde Poe, katili bulmuştur ama zehirlendiği için ölmektedir ve parktaki bir banka oturur. Katilin ismi olan Reynolds’ı sayıkladıktan sonra kafasını yukarıya kaldırarak, “Tanrım, zavallı ruhuma yardım et” der ve son nefesini verir. Birden kar yağmaya başlar ve Poe katili yakalamış, sevdiği kadını kurtarmış bir antikahraman olarak Tanrı tarafından da kutsanır. Muazzam bir rahatlama ve arınma sekansıyla Poe yüceleştirilir. Gerçek hayatta ise durum hiç de öyle değildir. Poe son zamanlarını hastanede geçirir ve giderek akıl sağlığını kaybeder. Ölmeden önceki gün sürekli Reynolds ismini tekrarlar. Ölmeden önce de filmdeki cümleyi söyler ve sonra hayatını kaybeder. Üç dakika sürdüğü söylenen cenazesinde ise sadece dört kişi vardır. (4) Filmdeki romantik, cezbedici ve kahraman görümündeki Poe’ya karşı, gerçek hayattaki Poe alkolik, davranışları önceden kestirilemeyen, dengesiz, karamsar, tekinsiz ve çok az arkadaşı olan bir insandır. McTeigue’nun uyarlaması bu açıdan bakıldığında, görmek istediğimiz şeyi bize gösterir ve ironik bir şekilde bir Poe öyküsü gibi aslında gördüklerimizin görmek istediklerimiz olduğu gerçeğini telkin eder.



(1) Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, çev: Nuri Plümer, Abdülkadir Gölcü, Ankara: Nirengi Kitap, Mart 2011, s. 56

(2) Edgar Allan Poe, Southern Literary Messenger’ın Richmond’da çalışan editörü Thomas Willis White ile yazışmalarında başarılı bir hikâyenin bu özellikleri taşıması gerektiğinden bahseder ve bütün öykülerinde bunları kendisine ilke olarak edinir. Aktaran: Peter Ackroyd, Poe: Kısacık Bir Hayat, çev: Esin Eşkinat, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2011, s. 50

(3) Bahsi geçen konuyla ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için Pat Dowell ve John Fried’ın kaleme aldığı “Ucuz Anlaşmazlık: Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman’ına İki Bakış” isimli makale okunabilir. Postmodernizm ve Sinema, Derleyen ve Çeviren: Sabri Büyükdüvenci, Semire Ruken Öztürk, Ankara: Ark, 1997, s. 85-101

(4) Peter Ackroyd, Poe: Kısacık Bir Hayat, çev: Esin Eşkinat, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2011, s. 9-10

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..