Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
18.05.2011 Unutulmuş Düşler Mağarası Herzogvari Bir İçsel Yolculuk Barış Saydam

Alman romantizmi, sanat alanında bir damarın oluşmasını sağlarken sanatı, rasyonel olanın egemenliğinden de kurtarmayı başarır. Sanatı, aklın ve gerçekliğin katı sınırlarından uzaklaştırır ve bilincin egemenliğini kırarak onu özgürleştirir. Werner Herzog’un filmlerindeki “yeni” olanla uzlaşamayan, moderniteye ve kapitalizme savaş açan, yönünü Batı yerine Doğu’ya çeviren, akıl yerine akıldışını savunan ve ilkel olana hayranlıkla yaklaşan bakış açısının, yönetmenin içinde bulunduğu gelenekle paralellik taşıdığını görürüz. Filmlerinde modern hayatın dışında kalan mekânlara yönelen yönetmen, hem modern insanın rasyonel ölçütlerin dışına çıktığında yaşadığı çaresizliği ortaya koyar hem de “modern” alanın dışında hüküm süren deliliğin insan doğasındaki yerini araştırır.

 

Werner Herzog’un son belgeseli Unutulmuş Düşler Mağarası (Cave of Forgotten Dreams, 2010) da, bu anlamda yönetmenin sinema kariyeri boyunca peşine düştüğü izleklerin devamı niteliğindedir. 1994 yılında Fransa’nın güneyinde keşfedilen Chauvet-Pont-d’Arc mağarasının duvarlarında yer alan ve 30-35 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen insanlık tarihinin en eski çizimleri, yönetmene modernizm karşısında primitif olana yakınlaşma fırsatı verir. Mağaranın kıvrımlarından da yararlanılarak çizilen resimler, aynı zamanda insanlığın en eski sanat eserleri olması hasebiyle Herzog’un ilgisini çeker. Bir önceki belgeseli Encounters at the End of the World (2007)’de yönetmen Antarktika’ya yaptığı yolculukta, keşfedilen yeni türlerin davranışları üzerinden evrimle ve insan zekâsının oluşum süreciyle ilgili birtakım soruları gündeme getirirken, Unutulmuş Düşler Mağarası’nda da sanat üzerinden insanlığı tanımlayan öğelerin neler olduğu üzerine bir tartışma zemini yaratır.

 

Mağaranın yüzeyindeki eğimlerin etkisiyle adeta üç boyutlu bir film karesiymiş gibi canlı ve dinamik bir görüntü veren çizimler, kuşkusuz modern tarihin ilk insanlara yönelik algısını da kırar. Chauvet-Pont-d’Arc mağarasının yakınlarında bulunan eski yerleşim yerlerindeki müzik aletleri, takı olarak kullanıldığı düşünülen süs eşyaları ve ruhani anlamı olduğu sanılan birtakım objeler, günümüzden otuz beş bin yıl önce yaşayan insanların sanatla uğraştıklarının ispatıdır. Görselliğe dayalı bir estetik algının haricinde, insan ruhuna hitap eden müzikle ilgilenmeleri ve adak yerlerinde bulunan objeler, belgeselde konuşan profesörlerden birinin de ifade ettiği gibi, “homo sapiens” teriminin, insanı dar bir kalıp içine hapsettiğini gösterir. Profesörün, aklıyla ve muhakeme etme becerisiyle çevresine hâkim olan “homo sapiens” yerine insanın ruhani yanına da vurgu yapan “homo spiritualis” kavramının kullanılmasını önermesi, bu açıdan oldukça anlamlıdır. Bu, aynı zamanda filmlerinde insanın akli yanını sürekli işlevsiz kılan, insanın ancak steril ve güvenlikli modern hayatın dışına çıkıp doğayla baş başa kaldığı zamanlarda akıldışı yanıyla bir bütün hâline gelebileceğini gösteren Herzog’un bakış açısıyla da koşutluk gösterir.

 

Belgesel Çekerken Belgesele Konu Olmak

Werner Herzog’un bütün belgesellerinde olduğu gibi Unutulmuş Düşler Mağarası da belli bir ana tema ve o ana tema çevresinde şekillenen belli başlı sorular üzerinden ilerlemez. Yönetmenin bundan önceki Ayı Adam (Grizzly Man, 2005) ve Encounters at the End of the World belgesellerinde de fark edebileceğimiz gibi Herzog, belgesel çekmek için bir yere gittiğinde çoğu zaman çevresindeki ilginç insanların hayat hikâyelerine yönelir ve buradan hareketle belgesellerinde tuhaf bir atmosfer yaratır. Ayı Adam’da Timothy Treadwell ve kız arkadaşı Amie’nin başına gelenleri anlatırken, Treadwell’ın arkadaşlarının ve park çalışanlarının hikâyelerine de kulak verir. Encounters at the End of the World’de Antarktika’ya giderken onu gideceği yere götüren şoförün ilginç hikâyesi neredeyse belgeselin ilk kısmını oluşturur. Unutulmuş Düşler Mağarası’nda da, daha önce sirklerde çalışan bir görevli ve ormanlarda koku alma duyusuyla keşfedilmemiş mağaraları bulmaya çalışan bir insanın hikâyesi sık sık belgeselin önüne geçer. Belgeselin finalinde gördüğümüz gibi Herzog mağaraya ilgisini kaybederek mağaraya yakın bir yerde açılan yapay bir yaşam alanına kamerasını çevirir ve belki de başka bir belgesele konu olabilecek farklı bir meseleye geçiş yapar.

 

Çektiği her film Herzog için bir yolculuktur ve bu sırada karşılaştığı herkes o yolculuğun anlamlandırılmasında önemli bir yer tutar. Bu yüzden Herzog’un belgeselleriyle filmleri vahşi ve ilkel yaşama yönelik bir bakıştan çok, insanın kendi iç dünyasına ve doğasına bakışı beraberinde getirir. Unutulmuş Düşler Mağarası’nda yönetmen, insanlığı oluşturan farklı katmanların izini sürerek kendi yolcuğunu insanoğlunun tarih boyunca yaptığı yolculukla birleştirir. Walter Benjamin uygarlığın bütün ürünlerinin aynı zamanda birer barbarlık ürünü olduğunu söylerken Herzog da bu doğrultuda hareket eder ve uygarlığı ifade eden şeylerin altını oyar. Mağara duvarlarındaki çizimlerden yola çıkarak sanatın insan yaşamı üzerindeki etkisini sorgular ve “homo sapiens” teriminin, insanı tanımlamaktan çok modern insana atıfta bulunan içi boşaltılmış bir metafor hâline geldiğinin altını çizer. Alman romantikleri gibi o da görünenin tasvirinin sanatla bir ilişkisi olmadığının farkındadır; bu yüzden mağaradaki çizimler vasıtasıyla düşlerinde insanlığa ait olduğunu düşündüğü bir imgelem yaratır ve onun peşinden gider.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..