Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
24.07.2012 Prometheus Büyük Sorulara Küçük Cevaplar ya da Tanrı İnancı Üzerine Çelimsiz Bir Deneme Enes Çiçek

Ingmar Bergman’ın Kış Işığı (Winter Light, 1963) filminde Rahip Tomas yaşadığı inanç krizini dile getirirken “Tanrı yoksa her şey mümkün.” diyen Dostoyevski’nin ayak izlerini takip ederek “Tanrı’nın olmaması kayda değer bir değişiklik yaratır mıydı?” diye sorar. Rahibin Tanrı’nın yokluğunun zulmün, yanlızlığın, korkunun şeffaf ve doğrudan algılanabilmesine olanak sağlayacağını dillendiren feryadı rasyo’nun Tanrı’nın yokluğunda hayatı açıklamada ne büyük bir rahatlama yaşayacağının da göstergesidir. Fakat Rahip Tomas, tüm inkâr isteğine rağmen Hristiyan inancını şekillendiren o asli soruyu sormadan duramaz (inkâr isteğinin sebebi bu soruya cevap bulamamış olmasıdır belki de): “Tanrım, beni neden terk ettin?” Sorun, Tanrı’nın varlığı yahut yokluğu değildir. Sorun, insanın Tanrı’nın kendisini terk ettiğini düşünmesi, filmin sonlarına doğru zangocun da dile getireceği gibi varoluş çarmıhına gerilmiş ve şüpheye düşmüş insanın feryadı karşında Tanrı’nın sessizliğini korumaya devam etmesidir.

 

Bergman’ın “Tanrı’nın sessizliği” olarak nitelendirdiği bu halin, bugüne dek birçok yönetmenin zihnini meşgul ettiği kesin. Bu meşguliyetin en son örneklerinden birini, bu yaz Ridley Scott’ın Yaratık (Alien, 1979)’ın beklenen prequel’i Prometheus filminde görüyoruz. Filmin senaristi Damon Lindelof’un ifadesine göre “Ben kimim?”, “Beni kim yarattı?”, “Hayatımın anlamı nedir?” “Tanrı beni neden terk etti?” gibi düşünmeye başladığımızdan beri zihnimizi meşgul eden soruları ele almayı hedefleyen (1) Prometheus, öze dair “büyük sorular”ın nasıl ve hangi amaçla sorulması gerektiğinin sorulara cevap bulmaktan neredeyse daha önemli olduğunun acıklı bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Acıklı bir örneği çünkü hem filme hem de sonrasında yönetmenin ve senaristin demeçlerine baktığımızda görüyoruz ki ortada kimsenin neyi niye dediğini bilmediği ama müthiş bir özgüvenle pazarlanmış büyük bir kafa karışıklığı var.

 

Ateistler için akıllı tasarım” olarak da tanımlanan ve insanların yaratılmasının, gelişiminin içlerinde Buddha, İsa gibi büyük dinlerin önderlerinin de bulunduğu uzaylılar tarafından yapıldığı iddiasındaki Raelism’in etkisinde kalmış filmin tematik olarak H. P. Lovecraft’ın Deliliğin Dağlarında hikâyesinden etkilendiği, konusu itibariyle ise Scott’ın gençliğinde bir süre ekibinde bulunduğu BBC’nin ünlü dizisi Dr. Who’nun 1975 yılında yayınlanan The Ark in Space bölümüyle karakter isimlerine kadar aynilik gösterdiği aşikâr. İşin içine Lost dizisinin, insanların meraklarını mesnetsiz tırmalamakta hiçbir beis görmeyen senaristi Lindelof’un da girmesiyle Prometheus daha isminden başlayarak karmakarışık, düzensiz, derinliği ve belirli bir atıf zinciri ve temeli olmayan, neyi neden sormak istediği, ne demek istediği anlaşılmayan, nereye çeksen gidecek ve bütünlükten uzak bir imgeler ve referanslar heyulasına dönüşerek izleyicinin yönetmenden beklentilerini boşa çıkartıyor. Filmi izledikten sonra insanın aklına en çok şimdi ne izlediği konusu takılıyor: Görüntülerin tüm etkileyiciliğine rağmen, izlenen A sınıfıymış gibi gösterilmeye çalışılan bir B sınıfı filmi midir? Bilim-din, insan-doğa, tanrı-insan ilişkilerinin gerilimi üzerine yapılmış onca film varken, Prometheus’un başarısızlığı bu gerilimlerin hepsini birden, hiçbirinin derinliğine inmeden ve son derece aceleci bir şekilde ele almasında mı yatıyor yoksa insanlığın zihnini meşgul eden bu sorulara şatafatlı cevaplar bulduğu iddiasında olmasında mı? Scott’ın kült filmleri Blade Runner (1982) ve Yaratık serisi başarılarını sınırlı bir alanda nokta atışı meselelere odaklanmalarından almışlarken Prometheus, büyük, varoluşsal soruların peşinde çok geniş bir çerçevede, eski Mısır’dan, Nordik mitlere, Yunan’dan Hristiyan inancına ve oradan Aydınlanma’ya doğru koştururken odağını kaybediyor. Blade Runner’da gördüğümüz gibi Ridley Scott, filmlerini muğlâklık üzerine örmeyi seviyor. Bu, filmin ele aldığı soruların kapsamı ve sınırları belli olduğunda insanların üzerinde düşünecekleri ihtimalleri artırdığı için uzun süreli bir heyecan ve merak da yaratıyor. Fakat Prometheus’a baktığımızda, bu merakın ve muğlâklığın soru sorma sürecinin yan bir neticesi olmasından çok satış başarısını katlama amaçlı esas hedef haline getirildiğini görüyoruz.

 

Büyük Saatçiden Büyük Mühendise

Mary Shelley 1818’de yazdığı ve bilim-kurgunun ilk humanoid’inin dramını anlatan Frankestein isimli romanına alt başlık olarak Modern Prometheus’u seçerken, muhtemelen, doğa ve doğa-üstüyle mücadeleye girmiş insanın korkularına atıfta bulunuyordu. Aynı şekilde, doğa, doğa-üstü ve insan gerilimini en başından hisseden diğer Romantiklerin de Prometheus’a atıf yaptıkları birçok eserleri vardır. Ridley Scott da, Prometheus’u açıklarken filmin Tanrılara karşı baş kaldıran insanın ve yaratılışın hikâyesi olduğunu ifade ediyor.

 

Titan Prometheus, insanlığa ateşi getirip Zeus’un öfkesini üzerine çekmesiyle ve bitmeyen bir işkenceyle cezalandırılmasıyla bilinir. Prometheus’un ateş hırsızlığı kadar bilinmeyen bir diğer özelliği ise, insanı balçıktan şekillendirip yaratması, insanlığın babası olmasıdır. Zeus insanlardan kendisine kurban vermelerini istediğinde, öncülü Sümerli Enki kadar kurnaz olan Prometheus, insanların lehine Zeus’u kandırır. Kandırıldığını anlayan Zeus, öfkelenerek insanların elinden ateşi alır. Prometheus, bir gece gizlice insanlara ateşi geri getirdiğinde, ilahi gazap onu da bulur ve Zeus tarafından bir dağa zincirlenir. Her gün bir kartal gelerek karnını yarar ve karaciğerini yer. İnsanları da cezasız bırakmayan Zeus, onlara elinde içi her türlü kötülükle dolu bir kutuyla ilk kadını, Pandora’yı gönderir. Pandora’nın merakına yenik düşüp kutuyu açmasıyla da daha önce insanlığın bilmediği tüm sıkıntılar yeryüzüne yayılır. Kitab-ı Mukaddes’teki cennetten kovuluş hikâyesiyle kavramsal paralellikler gösteren bu mit sebebiyle Prometheus, doğanın ve doğaüstü güçlerin hegemonyasına karşı insanın öğrenme azmi ve merakının simgesi bir figür olarak görülmeye başlanır.

 

2093 yılında Prometheus isimli uzay gemisi LV223 gezegenine doğru yol alırken, insanların yaratıcısı olduğu düşünülen “Mühendislerin” bıraktığı ekmek kırıntılarını takip etmektedir. Milattan önce otuz beş bin yıl öncesinden bu yana çeşitli medeniyet ve kültürlerdeki verilerden yola çıkarak insanlığı oluşturmuş ve ona yol açmış “Mühendisler” insanlar yeteri kadar gelişim gösterebilirlerse LV223’e gelebilsinler diye çeşitli tarihlerde çeşitli coğrafyalarda arkeolojik izler bırakmışlardır. Yahut filmin baş kahramanı, Pandora ve Havva’nın, Zekeriya’nın eşi Elizabet ve Meryem’in karışımı olan inancı kavi arkeolog Elizabeth Shaw buna inanmayı seçmiştir. Onun imanı, azmi ve soruları (“Bizi neden yarattılar? Sonrasında neden terk ettiler?” -ki bunlar aynı zamanda yönetmenin de sorularıdır-) bu yolculuğu mümkün kılar. Fakat yaratılanın yaratıcısını araştırmak için çıktığı bu yolculuk hiç de umulan şekilde sonlanmayacaktır.

 

Elizabeth Shaw’un insanı yarattığını düşündüğü bu varlıkları yaratıcı değil de, düzenleyen, yeniden şekil veren manasında mühendis diye adlandırması ve geminin mürettebatına onlardan bahsederken “Bizi onlar düzenledi.” (“They engineered us.”) demesi filmdeki bilim-din gerilimi üzerine dikkat çekici bir vurgu. (2) Görkemli su sahneleriyle başlayan filmde, kamera Tekvin’de bahsedilen ve evrenin yaratılmasından önce suların üzerinde dolaşan kutsal ruh gibi çağlayanların, bembeyaz köpüklü ırmakların üzerinde geziniyor. Bir uzay gemisi meçhul bir gezegenden ayrılırken (Scott’a göre burası dünya olabilir de olmayabilir de), büyük, kel ve albino bir adam bir kadeh dolusu siyah, balçığımsı bir sıvı içerek DNA’larına ayrılıyor, yani kendisini o gezegende hayatın oluşması için kurban ediyor. Yaratım işlemi, yoktan var ederek değil, eldeki malzeme değiştirilip yeniden düzenlenerek gerçekleştiriliyor. Ridley Scott’ın bir nevi bahçıvanlık yaptığını söylediği bu mühendis sadece bahçıvan değil, tohumun kendisi de. Tanrının siyah balçığa ruhundan üfleyip insanı kendi görüntüsünde yaratması gibi, mühendis de siyah, balçığa benzeyen o sıvıyı kendi DNA’sı ile karıştırarak insanı oluşturuyor. Prometheus gezegenin üzerinde dolaşıp yaratıcılarından bir iz ararken Shaw’un partneri Holloway’in “Tanrı düz hatlar yaratmaz.” diyerek mühendislerin inşa ettiği yapıyı bulması da “Peki o zaman, Tanrı kim, mühendisler kim?” sorusunu akla getiriyor. Bu soru, Elizabeth Shaw’un da aklına gelmiş olmalı ki, mühendislerin mezarları bulunduktan sonra “Hâlâ mı inanıyorsun? Çıkart o haçı, seni onlar yaptı.” diyen humanoid David’e “Ya onları kim yarattı?” diye soruyor.

 

Prometheus yaratım içinde yaratımın ele alındığı bir film. Filmde insanlar mühendisler için neyse, humanoidler de insanlar için odur iması yoğun bir biçimde hissediliyor. David’e “Seni yapabildiğimiz için yaptık,” diyen Holloway’i David’in “Sizin yaratıcılarınız da size bu cevabı verseler, ne kadar büyük hayal kırıklığına uğrardınız.” diyerek yanıtlaması mühendislerle insanlar arasındaki bağlantının David ile insanlar arasında da olduğunu ortaya çıkartıyor. Bir insan yanlış inşa ettiğini düşündüğü bir robotu yok ederken, o robot için üzülür mü? O zaman, bir yerlerde yanlış giden, üretim hatası olduğunu düşündükleri insanları yok ederken mühendisler neden bir şey hissetsinler?

 

Tanrı’ya Meydan Okumak ve Feda Kültü

Filmin sonunda yaratıcısı tarafından terk edilmenin verdiği acıya, bu terk edilişin ve reddedilişin sebebini bilme ihtiyacı birleşince Shaw, yanına insan üretimi David’i de alarak, mühendislerin gezegenine doğru yola çıkar. Levinas, Tanrı’nın kelimelere karıştığı cümlenin “inanıyorum” olmadığını ifade eder. Bunun yerine, her türlü dini söyleminin öncesine konan ifade, yakına söylenen “efendim!” seslenişidir. İnsanın Tanrı’ya yönelme arzusunun doğrudanlığı Tanrı tarafından bu arzunun ötekine yöneltilmesiyle dolaylılığa dönüşür. Tanrı bu arzu ilişkisinden ayrılarak, bu ayrılıktaki üçüncü şahıs şeklinde tezahür eder, insanın kendi içindeki “o” olarak. İnsan bu tezahürü kendi içinde ve karşısındakinde yakalayamayınca (komşusunu ve tanrıyı kendini sevdiği gibi sevmedikçe) “efendim!” nidasını duyamayıp söyleyemeyince terk edildiğini düşünür ve Tanrı’ya doğrudan ulaşmak arzusu ile ona meydan okumak arzusu arasında fark kalmaz. Elmayı yemek, Babil Kulesi’ni inşa etmek, uzay aracına gidip gezegen gezegen var oluşun peşine düşmek.

 

David, Shaw’un “Bizi yarattıktan sonra hakkımızdaki fikirlerini ne oldu da değiştirdiler?” sorusu üzerine sebebin çok da önemli olmadığını söyler, önemli olan yok etmek istemeleridir. Shaw bunun üzerine “İşte bu yüzden ben insanım ve sen robotsun,” der David’e. Olayların arkasında yatan sebepleri öğrenme arzusu, beraberinde çoğu zaman olumlu sonuçlar getirmese de, insanların devam etmelerini sağlayan temel saiklerden biridir. Benzer şekilde David, Holloway’e “Ta dünyadan buraya öğrenmeye geldiğin şeyi elde etmek için ne kadar ileri gidersin? Onu elde etmek için ne yapmaya razı olursun?” diye sorduğunda Holloway “Sonuna kadar, her şeyi yaparım.” diye cevap verir. Bunu siyah balçığı Holloway’e içirmek için bir izin olarak yorumlayan David, çığın düşmesini sağlayacak ilk kartopunu da yuvarlar. Ridley Scott, sonradan senaryodan çıkarttıkları bir sahnede, İsa’nın da mühendislerden olduğunu anlattıklarını söyler. İnsanlara yol göstermesi için gönderilmiş uyarıcılarının çarmıha gerilmesine çok öfkelenen mühendisler insanları yok etmek için karar almışlar fakat ne olduysa bu kararları kendi helaklerine yol açmıştır. David’i yapan insanlar, nasıl kendilerini yapan mühendislerin yok olmasına sebep olmuşlarsa, David de neredeyse insan ırkının yok olmasına sebep olacaktır. (Prometheus, doğum kanallarını andıran dar koridorlardan dehşet verici sezaryen sahnesine kadar psikanalitik okumalara fazla teşne bir film olduğundan, her yaratılanın kendisini yaratanı yok etmesini David “Herkes anne-babasını öldürmek, özgür olmak ister,” şeklinde açıklıyor diyebiliriz.)

 

Filmde kendi varoluşu hakkındaki gerçeği öğrenmek için sonuç ne olursa olsun sonuna kadar gitmek kadar yoğun bir şekilde ele alınan bir diğer tema da insanlığın kurtuluşuna giden yolun bireyin kendisini feda etmesinden geçtiği. Belki bu sebeple film de bir kendini feda sahnesiyle başlıyor: Bahçıvan-mühendisin insanlığı oluşturabilmek için kendini feda etmesi ile her sene toprağın canlanabilmesi ve ülkenin kuraklıktan kurtulabilmesi için ölmesi gereken tanrı-kral miti arasındaki bağlantı yadsınamaz. David’in de dediği gibi “Bazen yaratmak için yok etmek gerekir”. Aslına bakarsanız, Prometheus’un insanlığa ateşi verebilmek için Zeus’un gazabına uğramaya aldırmaması gibi Shaw’un yaratılışa dair bilgiyi elde edebilmek için yola çıkması, Holloway’in içindeki siyah balçık kimseye bulaşmasın diye kendini feda etmesi, gemi kaptanı ve ekibinin kızgın mühendis dünyayı yok etmesin diye kendi ölümlerine gitmeleri de, kurtuluşun ancak kendini feda ile mümkün olacağı mesajını işleyen diğer örneklerden. Karakterlerin feda anına kendilerini tam bir adamayla vermelerinin altındaki sırrı da sanki filmin anahtar noktalarının aforizmik açıklayıcısı David filmin başında izleyiciye aktarılan Arabistanlı Lawrence alıntısı (“İşin püf noktası, William Potter, acısına aldırmamaktır.”) ile açıklamaktadır.

İnsanlığın kurtuluşu nasıl fertlerin kendini düşünmeden feda etmesindeyse, kişisel çıkarları peşine düşen insanların da sonunda cezalandırıldığını görüyoruz filmde. Nors mitolojisindeki eitri çağrıştıran siyah balçığımsı sıvı, aynı eitr gibi hayat yaratmaya yaramakla beraber aslında Jörmungandr ve diğer yılanlardan gelen, çok zehirli bir sıvıdır. Filmdeki siyah balçığın da, içine nüfuz ettiği ortam ve canlının niyetine göre iyi yahut kötü sonuçlar doğuracak halde şekillendiğini varsayabiliriz.

 

Film öncesi yayınlanan virallerden biri, Prometheus gemisinin sponsorluğunu üstlenerek Elizabeth Shaw’un hayallerinin peşinden gitmesini sağlayan Peter Wayland’in bir videosu. Videoda 2023 yılında TED Talks’a konuk olan Wayland’in “Şimdi Tanrılar biziz.” dediğini görüyoruz. Wayland, bu sözleri sarf ettikten yetmiş sene sonra kendi gemisine gizli bir şekilde binerek yaşlılığına ve kaçınılmaz ölümüne çare bulmak için kendisini yaratanların peşine düşer. Hedefi Elizabeth Shaw ile aynı olsa da amacı farklıdır, bu sebeple de kendisine ölümsüzlük bahşetmesi için “neredeyse oğlu gibi sevdiği” David’in uyandırdığı mühendis tarafından hiç beklemediği bir şekilde öldürülür. “Artık tanrılar biziz.” diyen bir insanın, sonrasında ölümsüzlük için yaratıcısının peşinde koşmasının altında yatan sebepleri Zizek’in modern ateist tanımı üzerinden bulmamız belki mümkün olabilir. Zizek, “Modern ateist, Tanrının öldüğünü bildiğini düşünür; bilmediği şey, farkında olmadan Tanrı’ya inanmaya devam ettiğidir.” der. Buna göre, artık moderniteyi betimleyen figür, içten içe inancına dair derin ve gizli şüpheler barındıran, kötücül fantezilerle meşgul olan bir iman sahibi değildir. Onun yerine, bugün elimizde kendisini mutluluğun peşinde koşmaya adamış hoşgörülü bir hedonist olarak sunan bir özne vardır. Fakat bu öznenin bilinçaltı yasaklarla doludur – bastırılanlar memnu zevk ve arzular değil, yasakların ta kendisidir. Dostoyevski’nin iddiasının aksine asıl  “Eğer Tanrı yoksa o zaman her şey yasaktır.” Wayland’in Tanrı olabilmek için Tanrılarını bulmaya ihtiyacı vardır. Benzer şekilde, Prometheus figürü üzerinde konuştuğu bir video röportajında Ridley Scott, “Sizce modern insan tanrılardan ne çalardı?” sorusuna hiç tereddüt etmeden “Ölümsüzlük!” yanıtını vermiştir.

 

Senarist Lindelof bir konuşmasında, Prometheus filminin Ridley Scott’ın Sistine Şapel’i olduğunu iddia ediyor. Bu, her yönden ilginç bir benzetme, özellikle de Mikelanjelo’nun ustalık eseri Sistin Şapel tavanındaki freskoların en meşhurunun Tanrı’nın Adem’i yaratış anını anlatan fresko olduğunu düşünürsek. Yine de, Lindelof’un yüce gönüllü benzetmesinin aksine, Prometheus’un Scott’ın Sistin Şapel’i olduğunu iddia etmek çok da ikna edici değil.



(1) http://www.guardian.co.uk/film/2012/may/26/prometheus-alien-ridley-scott

(2) Ridley Scott, bir röportajında Prometheus’u çekmeden önce, bir masanın etrafında dokuz bilim adamıyla oturduğunu, onlara Tanrı’ya inanıp inanmadıklarını sorduğunu anlatıyor. Uzun bir sessizlikten sonra, cesur bir matematikçi Scott’a tanrıya inandığını itiraf ediyor. Scott’ın bu matematikçi ile konuşması ve tanrı tanımı aslında Prometheus filminin nerede durduğunu ve nereye baktığını özetliyor: “Ona dedim ki ‘Sen, gününü damıtılmış doğrular arasında geçiriyorsun çünkü bilim adamısın ama öte yandan yukarıda, bir bulutun üzerinde duran, aslında tanrın olan sakallı bir adama da iman ediyorsun. İmanın gerçeklere değil, gizeme dayalı. Yani gayeler açısından bakıldığında ikiye bölünmüş bir beynin var.’ ‘Eh, evet,’ dedi. ‘Seni zorlayan bir durumla yüz yüze geldiğinde, karşına bir duvar çıktığında, kötü bir gün ya da bir ay geçirirken ve mesela diyelim ki onsekiz aydır üzerinde çalıştığın ve çözemediğin bir denklemle uğraşırken, aklına ne geliyor? Kahretmesin, bu pislik gerçekten çok akıllı, bariyeri aşamıyorum, diyor musun? O zaman tanrıyı düşünüyor musun?’ ‘Evet, kabaca, böyle düşünüyorum.’ diye cevap verdi bana.  Meseleyi ele almaya buradan başladığımızda, buradan itibaren artık bizim de kurgu yapma, film çekme, bir adım öne çıkıp ‘Yaratılan biz miyiz yoksa tanrı mı?’ diye sorma hakkımız ortaya çıkıyor.” http://www.t3.com/features/ridley-scott-reveals-prometheus-secrets-to-t3/Ridley-Scott-interview-Part-4--Prometheus-Spoilers--Secrets Scott, bir başka röportajında da şunu sorar: “Siz de, dünyanın tüm bilimlerinin bize asla istediğimiz cevapları vermediğini hissediyor musunuz?”

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..