Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
12.08.2016 Café Society Sığ Sularda Aşk Havva Yılmaz
Woody Allen’ın merakla beklenen son filmi Café Society yoğun ilgiyle karşılandı ve ön gösterimleri ek salonlarda seyirciye sunuldu. Ancak filmin bu ilginin ardındaki beklentileri karşılayabildiğini söylemek pek mümkün değil. Otuzlar Amerikan sinema dünyasını bir aşk hikâyesi üzerinden eleştirel bir şekilde ele alan film, yüzeysel bir çizginin ötesine geçmeyi başaramıyor. Film, “daha anlamlı” bir işte çalışmak arzusuyla New York’ta babasının yanında devam ettiği kuyumculuk mesleğini bırakarak Hollywood’da yaşayan dayısı, ünlü yapımcı Phil Stern’ün (Steve Carell) yanına giden Bobby Dorfman’ın (Jesse Eisenberg) başından geçenleri konu ediniyor.
 
Kariyer için geldiği Hollywood’da kısa bir süre içinde aşkla tanışan Bobby, aynı hızla ve kalbi kırık bir şekilde kendisini New York’ta abisi Ben’in (Corey Stoll) gece kulübünde çalışırken bulur. Yoksulluktan kurtulur, zenginliğin yanında güçlü bir sosyal sermaye de kazanır. Café Society adını verdikleri kulübün popülaritesi sayesinde bürokrasiden sanata kadar her alanda dostlar edinir, artık sevilen ve tanınan bir isimdir. Bu arada evlenir ve çocuk sahibi de olur ama dayısını kendisine tercih eden eski aşkı Vonnie’yi (Kristen Stewart) unutamaz. Ne de olsa Phil Dayı, Vonnie’nin eski aşkıdır ve onun uğruna harika bir evliliği sonlandırır. 
 
Ahlâklı Olma İmkânı
Nihayetinde bu tür bir senaryo için kaçınılmaz olan şey gerçekleşir. Her şeyin yolunda gittiği bir gün Bobby ve Vonnie, eşleri tarafından çok sevilen ve eşlerini seven eski iki âşık olarak karşılaşırlar. Bu, Woody Allen tarzı sürprizsiz bir karşılaşmadır, çünkü hepimiz Allen’a göre “sadist bir yazar” tarafından yazılmış komik ve saçma bir senaryonun oyuncularıyızdır. Rolümüzü abartarak buradan bir Devlerin Aşkı (1976) çıkartmak için bambaşka bir gelenekten konuşuyor olmak gerekir. Fakat Allen bu çapraşık aşk hikâyesinden bir Daha Yaklaş (Closer, 2004) çıkartmayı da matah bulmaz. Çünkü hızla değişen ve ayak uydurulanların arasında “hiç değişmeyen bazı duygular” olduğunu kabul eder ki hâlihazırda filmin amacı bu meseleyi sorunsallaştırmaktır.
 
Filmde eşine sadık ideal bir aile babasının mevcudiyeti bu türden bir sabitliğin değerler için de mümkün olabildiğini gösterir. Öte yandan bu imkân filmin başkahramanını ikna etmez. Bobby’yi Central Park’ta birlikte sabahladığı yengesini öpmekten alıkoyacak türden bir sabit değerler bütünü henüz icat edilmemiştir ya da tam tersi; çoktan miadını doldurmuştur. Dolayısıyla, gangster olduğunu öğrendikten sonra abisi Ben’in yanında çalışmaya devam etmekten, hatta onun ölümünün ardından işleri büyütmekten çekinmeyen Bobby ile iki erkek arasında kaldığında vaatleri daha öngörülebilir olanı seçen Vonnie’nin aşkından bir Aşk-ı Memnu da çıkmaz. Çünkü değişmeyen duygular, kahramanları hasta edecek veya acının terbiyesine tabi kılacak denli güçlü değildir. Allen, ikisi için de sadece yeni yıla adım atarken yüzlerine “bu yıla da sensiz merhaba diyorum” gülümsemesi konduracak ölçüde bir ağırlığı yeterli görür. İkilinin Adventureland (2009) performansı göz önünde bulundurulunca oyuncuların daha fazlasını kaldıramayacağı da söylenebilir.
 
Bu çerçevede, Cafe Society’nin en önemli teması saçmalıktır. Bobby’nin kendisi için -belki de sonsuza dek- imkânsızlaşan Vonnie’ye yaşadıklarının komik bir saçmalık olduğunu söylediği sahne, bu anlamda, filmin özeti gibidir. Hamursuz Bayramı’nda tüm ailenin bir araya geldiği yemek masasında dönen muhabbette benzer bir vurguyla aşk, tesadüfen karşılaşılan, kişinin otokontrolünü kaybetmesine neden olup onu mantıklı düşünmekten ya da ahlâki davranmaktan alıkoyan bir insanlık hali olarak tanımlanır. Nerede, ne zaman, kimin başına geleceği belli olmadığı için ahlâki açıdan kimse kendini bu konuda temize çekemez. Mutlu bir evlilik dahi yeni bir aşkın, dolayısıyla ihanetin garantisi olamaz.
 
“Dünyanın büyük bir ormandan farksız” bir hale gelmemesi için herkesin onayladığı birtakım ortak değerler olması gerektiği de aynı konuşmada kabul görür. Yani Hobbes’un insan doğasına yönelik kötümser yaklaşımında olduğu gibi, insanların birbirine kötülük yapma potansiyeli, verili bir gerçek olarak kabul edilir. Hollywood, herkesin sürekli birbirinin kuyusunu kazdığı, kariyer hırsıyla dolu insanların çalıştığı bir yerdir. Bu yüzden yine Hobbes’un yaklaşımına paralel olarak, insan doğasına yönelik bu ön kabulden hareketle, insanın kötücül doğasını güç ve hukuk zemininde kontrol altına almak üzere sosyal sözleşme fikri gerekli görülür. Ancak siyasi erkin ve hukuksal normların dışında kalan yerde ne yapılacağı hâlâ belirsizdir.
 
Filmde bu tartışmayı yapan, ideal aile babası Leonard’dır (Stephen Kunken). Bobby’nin ablası Evelyn (Sari Lennick) ile evli olan Leonard, ailede etik kaygıları olan tek kişi gibidir. Komşuları ile yaşadıkları bir sorun nedeniyle eşiyle tartışırken vicdani bir “adil ceza” muhakemesine girer ve kendisine haksızlık eden komşunun hakkını savunacak kadar etiği önemser. Mevzu ciddileştikçe aynı hassasiyeti daha kararlı bir şekilde sürdürünce, eşinin “vicdanlı bir dindar” gibi konuşmaması yönünde eleştirisine maruz kalır. Fakat filmde, bu nadir “aşırı hassasiyet” derinlikli bir sorgulamayla sonuçlanmaz. Bu anlamda, söz konusu ahlâki boşluğun farkında olan tek kişi üzerinden -yüzeysel bir şekilde de olsa- yürütülen tartışma sonuçsuz bırakılır.  
 
Klişelerin Hafifliği
Filmin “filozof eniştesi” başkahraman Bob-by’yi herhangi bir değerler bütününe ikna edemez. Zaten ne eniştenin Bobby’yi ikna etmek gibi bir çabası vardır ne de Bobby hayatına anlam katmak, yaşadıklarının etik muhasebesini yapmak derdindedir. Allen, başkahramanına böylesi ağır bir misyon yüklemek yerine acılardan kaçmanın yollarını öğretir. Hollywood yıldızlarının gerçek yüzlerini görmek, sinema dünyasının riyakârlığını tespit etmek, birbirlerine üstünlük taslamak, bolca dedikodu yapıp yüze gülerek arkadan kuyu kazmak dışında hiçbir yetenekleri olmayan bu insanlar arasında mutlu olunamayacağını keşfetmek Bobby için yeterlidir. Bu noktadan sonra yapılacak şey New York’a kaçıp Vonnie ile bir apartman dairesinde hayata tutunmaya çalışmaktır. Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca, dört elle sarıldığı işlerini ilerletip bir başka riyakâr dünyaya mensup olmayı yadırgamaz, “büyümek kirlenmektir” klişesini tekrarlayıp mevzuu kapatır.
 
Café Society bu türden birçok klişe içerir. “Her günü son gününmüş gibi yaşa”, “hayat hep kendi gündemine sahiptir” gibi meselenin kenarından dolaşan, karakterlerin içinde bulunduğu duygusal ve etik krize dair ciddi bir öneri sunmayan cümleler. Çözümsüzlük bile bir alternatif olarak derinleştirilebilecek iken, eleştirilen Hollywood film endüstrisi ürünü herhangi bir filmde rastlanabilecek türden yüzeysel klişeler filme boca edilir. Saçmalık vurgusuyla ilintili olarak kurgu ve içerik mümkün olduğunca hafif tutulur. Hatta yerli yersiz Yahudilik vurguları gibi birbirinden kopuk birtakım öğelerle, sorunsalın ağırlığı altında ezilen abartılı bir hafiflik ön plana çıkar.
 
Görsel ve müzik üzerindeki başarılı ve titiz çalışma bu tezatı daha somut hale getirir. Seyirci pekâlâ otuzlara gider, dönemin havasını solur, Hollywood’un boğucu rekabet ortamını hisseder. Ancak bu atmosferde projeksiyon tutulan Bobby ve Vonnie aşkına aşk diyebilmek için bile biraz düşünmeye ihtiyaç duyar. Zaten seyirciden beklenen, bir yandan Yahudilerin ahiret düşüncesini reddederek Hristiyanlardan daha az “müşteri çektiği” gibi soğuk esprilere gülerken, diğer yandan bütün bu insani duyguların ve normların saçmalığını hissetmesi. Tabii bu sırada Ginger Rogers, Howard Hawks, Joel McCrea, Spencer Tracy gibi filmde ismi geçen dönemin oyuncularını hatırlaması, müziklerin ve gösterişli eşyalarının büyüsüne kapılarak nostalji yaşaması.
 
Öte yandan, mesela Evelyn’in elindeki Coca Cola şişesinden yola çıkarak sponsorluk ilişkileri üzerinden sektörde otuzlardan beri değişmeyen güç ilişkilerini sorgulamak ya da bu saçmalıklar evreninde Phil’in eski karısı Karen’a ve Vonnie’ye, Vonnie’nin Phil’e ve Bobby’e, Bobby’nin karısına ve eski sevgilisine karşı beslediği duygular üzerine düşünmek, hangisinin sahici olduğuna karar vermek, bu ilişki ağı içindeki etik ve duygusal krizin çözümü için dini literatürü hatırlamak filmin beklentilerinin ötesine geçiyor. Allen bunu Vesikalı Yarim (1968) ile Ö. Lütfi Akad, Bebekler (Dolls, 2002) ile Takeshi Kitano, Aşk Zamanı (Faa yeung nin wa, 2000) ile Wong Kar-wai gibi başka yönetmenlere ve gerçek hayata havale etmiş görünüyor. 

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..