Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
14.02.2013 Zero Dark Thirty Amerikan Ruhunu Çağırmak Ali Aslan

Oscar ödüllü yönetmen Kathryn Bigelow’un son filmi Zero Dark Thirty (ZDT), 11 Eylül olaylarının akabinde başlayan ve Usame bin Ladin’in 1 Mayıs 2011 gecesi Pakistan’da öldürülüşüne kadar süren Amerika’nın “terörle savaş” yıllarını konu alıyor. Hikâyenin iskeletini ise yeniyetme CIA ajanı Maya (Jessica Chastain)’nın Ladin’in izini sürme serüveni oluşturuyor. Zaman zaman kurmacayla “gerçek” olaylar dizisinin iç içe geçtiği belgeselvari bir dram izlenimi uyandıran film, sıkıcı olmamakla birlikte düşük temposu, sürenin gerektiğinden uzun tutulması (157 dk.) ve gerilim dozajının düşüklüğü nedeniyle izleyicide yeterli heyecanı uyandırmıyor. Yine de en iyi film dalında Oscar’a aday gösterildiğini hatırlatmakta yarar var. Öyleyse bu noktada filmi bu kadar önemli yapan nedir sorusunu sormamız gerekiyor. Bu önemin iki boyutu var.

 

Devletkadını

Öncelikle filmi önemli kılan şeyin sinema sanatına yapmış olduğu katkı olmadığını bir kez daha belirtmeliyiz. Filmi ön plana çıkaran unsuru daha çok zor zamanlar geçiren Amerika’da yükselişte olan milliyetçi-muhafazakar siyasi ve ideolojik söylemle olan ilişkisinde aramalıyız. Bu noktada kamuoyu ve medyada yaygın olarak filmin son ABD başkanlık seçimlerinde Obama’nın elini güçlendirmek gibi bir amaç taşıdığı iddiasını gözden geçirmek lazım. Filmin Amerikan askeri ve teknolojik gücünü dünyaya göstermek ve Amerikan halkında “artık güvendesiniz” duygusu oluşturmayı amaçladığı söylenebilir; fakat Obama yönetimine destek verdiğini söylemek oldukça zor. Keza film ne Obama yönetimini ne de Amerikan devlet aygıtının mevcut halini yüceltiyor. Mesela bir sahnede, işkenceci CIA ajanları aralarında konuşurken orada bulunan televizyon ekranında Başkan Obama’nın Amerikan yönetiminin terörle mücadelede şiddet ve işkence kullanımına karşı olduğuna yönelik açıklamalar yaptığına şahit oluyoruz. Buradan izleyicilerin çıkaracağı sonuç, Başkan’ın yalan söylediği veyahut da devleti kontrol etmekte etkisiz kaldığı şeklinde olacaktır. Böyle bir mesajın Obama’nın seçim kazanmasına ne tür bir olumlu katkısının olacağı da oldukça şüpheli.

 

Buradan siyasi ve ideolojik söylemle olan ilişkisine geçecek olursak, filme damgasını vuran husus bürokrasi ve o dünyaya hâkim olan erkek dünyasına getirdiği eleştiri. Filmin geneline yayılan “ince” mesaj, Amerika’nın en büyük düşmanı olarak addedilen Ladin’in etkisiz hâle getirilmesinin, neredeyse erkeklerin kontrolündeki ağır ve ruhsuz Amerikan bürokrasisine rağmen, Amerikan toplumunun içerisinden çıkıp gelmiş bir kadının, Maya’nın cesareti, adanmışlığı ve kararlılığı sayesinde gerçekleştiği şeklinde. Daha açık konuşmak gerekirse, filmin alt-katmanı birbirini kesen bir kadın-erkek, devlet-toplum, muhafazakâr-liberal çatışmasına ayrılmış gibi gözüküyor. Misyonuna gönül bağıyla bağlı devletkadını, onu sadece bir “iş” olarak gören, hesap-kitap arasında işlevsizleşmiş erkeklerin bürokratik devletine galebe çalıyor. Hatırlanacağı üzere, Soğuk Savaş yıllarında kahraman rolünü kas gücüne dayanan bir erkek, Rambo, yerine getiriyordu; Bigelow, bunu akıllı-teknoloji ile donanmış fakat irade göstermekte yetersiz kalan erkek-devlet aygıtına itici gücü sağlayan iş bitirici ve milliyetçi-muhafazakâr bir devletkadınla değiştiriyor. Devletkadını adeta ruhsuz devletin ruhu oluyor.

 

Bunun günümüzde kadın imajı konusunda yaşanan tartışmada, her türlü iktidara mesafeli özgürlükçü liberal-feminist kadın söylemine de, duygusal yönleriyle öne çıkan edilgen klasik muhafazakâr kadın söylemine de meydan okuduğunu belirtmek gerekir. Bigelow’un kadını iktidara bizzat talip olan ve ona bir ruh katma iddiası taşıyan muhafazakâr-milliyetçi devletkadını. Bu noktada, yönetmenin bizi Maya’nın iç dünyasına taşımaması ve meselesini kişiselleştirmemesi de bilinçli bir tercih. İsimsiz bir kahraman olan Maya, Amerikan toplumsal alanında evrensel bir konuma yükselerek, Amerikan ruhu ve toplumunun genel iradesini temsil etme iddiasında bulunuyor. Anlaşılan o ki, muhafazakâr iktidar odakları, sanatsal açıdan zayıf kalmasına rağmen, Oscar’a aday göstermek kaydıyla Bigelow’un davasına destek verme tercihinde bulunmuş.     

 

Yaraları Sarmak

Film, mevcut bürokratik yapıya ve erkeğin iktidarı kullanma tarzına yönelttiği eleştirinin yanında başka bir fonksiyonuyla da siyasi bir öneme sahip. Amerika için hem bir dönemin kapanışını simgeliyor hem de kapanışın psikolojik travmalarını sarma misyonu üstleniyor. Sosyo-politik alanda ancak “öteki”ne referansla kendimizi tanımlayabildiğimizi hatırlayacak olursak, özellikle 11 Eylül saldırılarıyla birlikte Amerikan kimliğini tanımlamada en başat “öteki” haline gelen Müslüman dünyasıyla hesabın (en azından şimdilik) kapandığı mesajını veriyor. Filmin en sonunda Maya’yı Müslüman coğrafyasından asker taşımada kullanılan bir kargo-savaş uçağıyla ayrılırken görüyoruz. Pilot’un “şimdi nereye gitmek istersin” sorusuna kahramanımız bir cevap veremiyor. Yani yeni “öteki” kim olacak sorusuna bir cevap alamıyoruz. Ama bu sahne, aynı zamanda eski “öteki”nin, yani Müslüman dünyasının, artık merkezi konumunu kaybettiğini imliyor. Bu, film boyunca “ortak düşmanı” haklamak için el ele çalışan, orduda görevli doğulu-esmer Müslüman askerlerin ve CIA bünyesinde beş-vakit namazlı beyaz-Amerikalı Müslüman yetkililerin varlığına yapılan vurguyla destekleniyor. Buna ek olarak, dünyevi zevklerin peşine düşmüş Müslüman tiplerin sergilenmesi yoluyla da tüm Müslümanların özsel olarak savaşçı-mücahid ve Amerikan düşmanı olmadığının altı çiziliyor.

 

Diğer yanda “teröre karşı savaş” Amerikan toplumunun kendine yönelik bakışında, yani özgürlükçü ve medeni imajında derin yaralar açtığı gerçeği var. Bunun bilincinde olan yönetmen, yapılan bu kötülüklerle “hesaplaşarak” toplumun vicdanında açılan yaraları tedavi etmeye çalışıyor. Bu hesaplaşma elbette işkenceye yönelik bir eleştiriyi içermiyor. Film boyunca işkence sahneleri uzun uzadıya gösterilirken buna yönelik bir eleştirel tavırla da karşılaşmıyoruz. Mesela, kahramanımız Maya açık bir şekilde işkenceye destek veriyor; bir sahnede bir tutukluyu konuşmazsa İsrail’e teslim etmekle tehdit ediyor. Bu noktada daha merkezi bir rol oynayan, işkenceci Dan karakterinin ise işkence sonrası vicdanen rahatlama amacıyla aynada kendi yüzünü izlemesinin ötesinde bir iç sorgulama ve utanma duygusu yaşadığına şahit olmuyoruz. Dan’in askeri üstte beslediği maymunlarla kurmuş olduğu sıcak ilişki, itirafta bulunan bir mahkûmla yemek masasında kurduğu “insani” ilişkiler ve işkence günlerinin sona ermesiyle gittiği Washington’da takım elbiseler içinde sıradan bir Amerikalı gibi takılması ve normale dönmesi yaralara su serpiyor. “Biz Amerikalılar canavar değiliz, sadece şartların gerektiğini yaptık” mesajı veriliyor.  

 

Özetle, ZDT ekonomik krizin vurduğu Amerikan toplumuna sahip olduğu toparlayıcı ve mücadeleci ruhu hatırlatıyor. Bunu yaparken de kural ve prosedürlere boğulmuş Amerikan bürokrasine muhafazakâr bir perspektiften ağır eleştiriler getiriyor. Aynı zamanda da, terörle savaşın Amerikan halkında yarattığı travmaları normalleştirmeyi hedefliyor.  

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..