Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
14.01.2012 Ejderha Dövmeli Kız Kuzey Avrupa Polisiyesine Amerikan Yorumu Ebru Afat

Amerikan sinemasının yaşayan büyük ustaları listesinin afili isimlerinden David Fincher, değişik projeler üstlenmekten kaçınmayan bir yönetmen olarak bilinse de, esas itibariyle polisiye, gerilim ve aksiyon türlerinin en az ikisinin birbiriyle harmanlandığı filmleriyle takipçilerinin gönlünde taht kurmuştur. Fincher’ın kendisi de bunun farkında olsa gerekir ki, kısa aralıklarla çektiği polisiyeler ile sadık takipçilerine selam gönderme imkânlarını her daim başarıyla değerlendiriyor. Ejderha Dövmeli Kız (The Girl with the Dragon Tattoo, 2011) ile sinemalarda arzı endam eden Amerikalı usta, hem İsveç kökenli bir romanın uyarlaması hem de aynı eserin yine İsveç yapımı sinema filminin yeniden çevrimi olmak gibi özellikler taşıyan zorlu bir işin altından alnının akıyla kalkıyor. Bunu yaparken de atmosfer kurma, olay örgüsünü dantel gibi örme, kurgu ritmi ile tempoyu esnetme ve oyuncuların limitlerini zorlama gibi alâmetifarikalar içeren özgün sinemasını bir kez daha konsolide ediyor.

 

Yaratık (Alien) gibi önemli bir bilimkurgu serisinin 1992 tarihli üçüncü filmiyle Hollywood’a etkili sayılabilecek bir giriş yapan Fincher, 1995’te çektiği kült polisiye Yedi (Seven) ile dünya çapında bir saygınlığa ulaşmıştı. Fincher’ın Yedi filminde temellerini attığı sinema tarzı, her yeni çalışmada biraz daha olgunlaşarak yoluna devam etti. Oyun (The Game, 1997), Dövüş Kulübü (Fight Club, 1999) ve Panik Odası (Panic Room, 2002) gibi farklı yapımlarda yeteneğini konuşturan Fincher, 1970’ler boyunca San Francisco şehrine korku salan bir seri katilin gerçek öyküsünü konu alan Zodiac (2007) ile polisiye türüne yeniden dönüş yapmıştı. Yaş döngüsü tersine işleyen bir adam üzerinden hayatın anlamını aradığı Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi (The Curious Case of Benjamin Button, 2008) ile Mark Zuckerberg’in Facebook’u kurma ve geliştirme sürecine bakış attığı Sosyal Ağ (The Social Network, 2010), ustayı ABD’de şimdiye kadar elde ettiği en yüksek gişe hâsılatına ulaştırmıştı.

 

Ejderha Dövmeli Kız, Fincher’ın filmografisindeki Yedi ve Zodiac’tan aşina olduğumuz tarzda bir seri katil öyküsü. Üstelik benzerlikler seri katil ile de sınırlı değil. Ejderha Dövmeli Kız’daki cinayetler, tıpkı Yedi’de olduğu gibi, dinsel öğeler barındırıyor ve tıpkı Zodiac’ta olduğu gibi, bir medya mensubu, kapanmamış dosyaların peşinde dedektifçilik oynamaya kalkışıyor. Ejderha Dövmeli Kız, 2004 yılında elli yaşındayken kalp krizinden ölen İsveçli gazeteci-yazar Stieg Larsson’ın, tüm dünyada en çok satanlar arasına girdiğini göremediği üç romanlık Milenyum serisinin ilk kitabının sinema uyarlamasının Amerikan versiyonu. 2005’te Man som hatar kvinnor (Kadınlardan Nefret Eden Adam) orijinal başlığıyla yayımlanan ancak 2008 tarihli İngilizce tercümesinde kullanılan Ejderha Dövmeli Kız başlığıyla tanınan roman, temel iki karakteri olan ünlü gazeteci Mikael Blomkvist ve tuhaf hacker kız Lisbeth Salander’in kim oldukları ve yollarının nasıl kesiştiği ile başlayan bir açılış perdesi.

 

Tüm dünyada milyonlarca baskı yapan Ejderha Dövmeli Kız’ın ardından gelen Flickan som lekte med elden (Ateşle Oynayan Kız) ve Luftslottet som sprängdes (Arı Kovanına Çomak Sokan Kız) romanları da büyük beğeni kazanır. Larsson’ın ölümünden önce büyük kısmını tamamladığı dördüncü kitabının, varisleri arasındaki miras hakkı çatışması nedeniyle hala yayınevinde beklediği Milenyum serisi, İsveçli yönetmenler Daniel Alfredson ve Niels Arden Oplev tarafından 2009’da sinemaya uyarlanmış ve her üç film de 2010’da ülkemizde gösterime girmişti. Filmler romanlara göre epey zayıf kaçtığı ve Amerikalı seyirciler için İngilizce olmayan bir film izlemek işkence ile eşdeğer anlamlar içerdiği için, konu sıkıntısı içinde yeniden çevrimlere kucak açan Hollywood, Milenyum serisine el atmakta gecikmedi ve başlangıç vuruşu görevini de Fincher’a verdi.

 

Fincher’ın ince işçiliği sayesinde İsveç’in soğukluğunu, mekânlara sinmiş kuzey hüznünü iliklerimize kadar bize hissettiren Ejderha Dövmeli Kız, yukarıda da değindiğimiz gibi İsveç’in önemli dergilerinden biri olan Milenyum’un yazarlarından Mikael Blomkvist ile çok zorlu bir çocukluk geçirdiği için hâlâ vasi kontrolünde olan yirmi üç yaşındaki Lisbeth Salander’in maceralarına odaklanıyor. Blomkvist, araştırmacı gazetecilik yöntemlerini kullanarak elde ettiği bilgilere dayanarak Hans-Erik Wennerström adlı mafya bağlantılı bir CEO hakkında bir dosya hazırlar. Fakat iddialarını kanıtlayamadığı için tazminat cezasına çarptırılarak hem kendi kariyerini hem de dergisini oldukça zor durumda bırakır. Tam bu esnada, İsveç’in kuzeyindeki Hedestad adasında yaşayan zengin ve güçlü işadamı Henrik Vagner’den bir iş teklifi alır. Bir ayağı çukurda olan işadamı, Blomkvist’i malikânesine davet eder ve ondan resmi olarak anılarını yazmasını, gerçekte ise 1966’da gizemli bir şekilde ortadan kaybolan yeğeni Harriet’in akıbetini öğrenmesini ister. Vagner’e göre çok sevdiği ve ileride işlerinin başına geçirmek istediği yeğeni, aile üyelerinden biri tarafından öldürülmüştür. Diğer yandan Vagner, sırtında ihtişamlı bir ejderha dövmesi olan, ‘piercing’li ve punk görünüşlü bilgisayar korsanı Lisbeth Salander’dan Blomkvist’i incelemesini ister. Bir süre sonra yolları kesişen ikili davayı birlikte çözmeye çalıştıkça, Vagner ailesinin dinsel göndermelerden Nazizm’e uzanan sırları da bir bir açığa çıkacak ve ikiliyi katile götürecektir.

 

Video klip tadında muhteşem ön jeneriği ve başrolleri paylaşan Amerikalı genç oyuncu Rooney Mara ile tecrübeli İngiliz aktör Daniel Craig’in profillerinin farklı şekillerde birlikte kullanıldığı sanatsal afişleri ile de farkını ortaya koyan Fincher, senarist Steven Zaillian’ın da katkısıyla bize çarpıcı bir görsel şölen sunuyor. Larsson’ın alter-egosu konumundaki Blomkvist ile kadına yönelik şiddetten mağdur olan ama asla kurban pozisyonunda kalmayan tuhaf, korkutucu, tekinsiz ama bir o kadar da naif bir yaralı ruh olan Salander üzerinden, dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasındaki İsveç’in puslu havasının ardına saklanmış kötülüklerin sıradanlığıyla yüz yüze kalıyoruz. Hannah Arendt'in benzersiz tespitidir kötülüğün sıradanlığı; özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülük kolayca sıradanlaşır. (1) Nitekim Larsson da İsveç'in kılcal damarlarına indiği romanı ile, ortamın sterilleşmesinin kötülüğün sıradanlaşmasını engellemediğini, sadece bu sıradanlaşmanın daha görünmez bir forma büründüğünü vurgular. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir ve kötülüğün en uç, en katıksız hâli, çoğu zaman hiç beklenmeyen yerlerde bizi bekler. Toprağın, suyun, havanın ve sıradan görünümlü insanların derinliklerine sızmış bu kötülüğe ulaşmak için yapılması gereken parıltılı yaldızların üstünü kazımaktır. Aynen önce Larsson sonra da Fincher'ın Ejderha Dövmeli Kız ile özelde İsveç, genelde ise tüm Nordik ülkelerinin sırlarını döktüğü gibi…

 (1) Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs'te, Çev. Özge Çelik, İstanbul: Metis Yayınları, 2009

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..