Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
22.11.2012 Skyfall Cesur Yeni Dünya’nın Örselenmiş James Bond’u Ebru Afat

Üzerinde güneş batmayan muhteşem “Büyük Britanya İmparatorluğu” günlerini tarihin sayfalarında bırakıp İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşan mevcut devlet kompozisyonunu korumaya çalışan Britanya’nın dış ülkelerdeki bilgi toplama faaliyetlerini yürüten Gizli İstihbarat Servisi (Secret Intelligent Service), MI6 adıyla maruftur. İşte o MI6’in en gözde dış saha casuslarından 007 kodlu Yarbay James Bond, bir sinema fenomeni olarak yirminci yüzyılın ikinci yarısında hayatımıza girmişti. Sinema tarihinin en uzun soluklu karakteri unvanına sahip olan James Bond, beyaz perdedeki 50. yılını, serinin yirmi üçüncü filmi olan Skyfall (2012) ile kutluyor.

Oscar ödüllü İngiliz yönetmen Sam Mendes tarafından yönetilen Skyfall’un senaryosu, Neal Purvis, Robert Wade ve John Logan gibi tanınmış isimlerin imzasını taşıyor. Her şeyden evvel Skyfall, dünyanın dört bir yanındaki insanların zihnine kazınan Batılı üst düzey istihbarat görevlisi imajının kodlarını belirleyen James Bond’un değişen dünyaya ayak uydurma mücadelesini taçlandıran bir film. Ülkesi Britanya (resmi adıyla Birleşik Krallık) ve Majesteleri (Kraliçe 2. Elizabeth) uğruna gözünü budaktan sakınmayan süper kahraman ajanın yeni öyküsü, Bond kültünün yarım asırlık serencamına saygı duruşu göndermeleriyle, izleyicilerin belleklerine anlık geri dönüşler yaşatıyor. Diğer yandan Skyfall, popüler kültürün bu sarsılmaz güç, cesaret ve erkeklik abidesine sağlam bir format atarak, karakterin tarihinde yeni bir sayfa açıyor. Küresel zamanların “update” Bond’u, bütün faniler gibi hayal kırıklığı yaşayan, formdan düşen ve acı çeken halleriyle, yirmi birinci yüzyılın kafası karışık ruhlarıyla arasında daha gerçekçi ve yakın bir bağ kuruyor.

İngiliz aktör Daniel Craig’in, birbirlerinin devamı olan Casino Royale (2006) ve Quantum of Solace (2008) sonrası üçüncü defa James Bond karakterine hayat verdiği Skyfall, MI6’in silah kullanma yetkisine sahip saha ajanlarından 007’nin teşkilatla ilişkisi ve kendi tabiriyle Cesur Yeni Dünya’da yön bulma arayışına odaklı bağımsız bir öykü. İstanbul’da görev yaparken girdiği bir çatışmada vurulan James Bond’u herkes öldü zanneder. Oysa MI6 Şefi M’in sebep olduğu bu olay sonrası Bond hayatta kalmayı başarmış ve patronuna karşı ağır bir sadakat testinden geçmek zorunda kalmıştır. Kendini sorgularken içkiye sığınan Bond, inzivasına son vermek için doğru zamanı beklemektedir. MI6’in ciddi bir saldırıya uğraması ve kurumun değerlerinin temelden sarsılmasıyla Bond için beklediği an nihayet gelir. Londra’ya geri dönen Bond, MI6 ile ciddi bir hesabı olduğu anlaşılan bu gizemli düşmanı durdurmak için harekete geçer. Bond, hem artık işe yaramayacağını düşünen istihbarat sorumlularına kendini ispat etmek hem de Raoul Silva adlı eski bir MI6 ajanı olarak bir zamanlar Singapur’da M için çalışmış düşmanın üstesinden gelmek gibi ikili bir sınavla yüz yüzedir.

James Bond’un sinemadaki 50. yıldönümü anısına çekilen Skyfall, birçok yönden serinin en iyi filmleri sıralamasında ilk üçe girebilecek düzeyde bir yapım. Türkiye, Çin ve Britanya ekseninde geçen Skyfall’un İstanbul’da Kapalıçarşı ve civarında çekilen açılış sahneleri Türk basınını günlerce meşgul etmişti. Son zamanlarda Hollywood’u, İstanbul’dan kareler aktarmak modası almış görünüyor. Dünyanın en büyük metropolleri arasında yer alan ve birbirinden çok farklı mekânlar barındıran İstanbul gibi bir dünya şehrinde ısrarla Kapalıçarşı’nın tercih edilmesi, Batılı sinemacıların oryantalist bilinçaltlarına bağlanabilir.

Sam Mendes gibi büyük bir yönetmene gizli oryantalist bir tavrı yakıştıramadığımız ve dahi konduramadığımız için Kapalıçarşı’da kovalamaca sahnesi çekmekteki ısrarını kolaycılık olarak değerlendirip geçebiliriz. Ama yarım yüzyıl önceden kalma yük vagonlarına benzer bir trendeki çatışma sahnesi için bulunabilecek en hafif sıfat özensizlik. Kaldı ki İstanbul’dan şöyle geniş plân bir siluet vermekte cimrilik yapan Mendes’in, Çin’in Şangay ve Macau şehirlerini tüm ışıltılarıyla kadraja düşürmekten, Londra’yı ise hem tarihi hem de modern yüzüyle yansıtmaktan imtina etmemesi de dikkatli gözlerden kaçmıyor. Yine de iyi niyetinden şüphe etmediğimiz Mendes’in bu kusurlarını bir tarafa bırakalım ve bu etkileyici filmin epey uzun bir liste tutan olumlu taraflarını ön plana çıkaralım.

Daniel Craig, hem iyi hem de kötü adam rollerine rahatlıkla bürünmesini sağlayan nötr ve soğuk yüz ifadesiyle, kimin neyi niçin yaptığını anlamanın epey zorlaştığı iki binlerin puslu havasını solurken yalpa vuran yeni nesil Bond için biçilmiş kaftan olduğunu, Skyfall’daki performansıyla gözler önüne seriyor. Başarılı İngiliz aktöre, M rolünde seyircinin alıştığı üzere Judi Dench, Silva rolünde İspanyol sinemasından Hollywood’a transfer olan Javier Bardem, hükümet görevlisi Mallory rolünde de Ralph Fiennes eşlik ediyor. Ralph Fiennes, Skyfall’un Craig ile tekrar artışa geçen İngiliz havasını güçlendiriyor. Naomie Harris, gözü pek, becerikli ve güzel saha ajanı Eve karakteriyle, Berenice Marlohe ise femfatal Severine olarak Bond kızları kontenjanını başarıyla dolduruyorlar. MI6’in teknoloji uzmanı emektar Q yerine gelen yeni yetme bilgisayar dâhisi olarak Ben Whislaw’ın, yarı çocuk yarı adam tavırları ortama renk katıyor.  

Soğuk Savaş’ın Süper Kahramanı

2. Dünya Savaşı’nda Kraliyet Donanması’nın haber alma bölümünde çalışan ve edindiği tecrübeleri edebiyat alanında büyük bir beceriyle kullanan İngiliz yazar Ian Fleming’in 1953 tarihli romanı Casino Royale’in başkahramanı olarak ortaya çıkan MI6 elemanı James Bond, kısa sürede özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde büyük ilgi uyandıran bir kurmaca karaktere dönüştü. Fleming, hayatını kaybettiği 1964 yılına kadar, James Bond etrafında örülü 12 roman ve 2 öykü kitabı yayımladı. Usta yazarın, eserlerinin film haklarını Eon Production şirketine satmasıyla, James Bond’u küresel bir popüler kültür figürüne dönüştürecek sürecin de temelleri atıldı. Fleming’in altıncı Bond romanı olan Dr. No (1958), Terence Young’ın yönettiği ve henüz pek tanınmayan genç İskoç aktör Sean Connery’in 007 rolüyle bir anda şöhretin zirvesine oturduğu bir yapımla 1962’de beyaz perdeye aktarıldı.

Tüm dünyada büyük beğeni toplayan Dr. No’nun elde ettiği başarı, Bond serisinin en iyi filmlerinden biri sayılan ve bir kısmı İstanbul'da geçen Rusya'dan Sevgilerle (From Russia with Love, 1963) ve diğer filmlerle devam etti. Uluslararası politika ve istihbarat faaliyetlerinin, liderliğini ABD’nin üstlendiği ve liberal demokrasi ile serbest piyasa ekonomisi üzerinde yükselen Batı merkezli özgür dünya ile Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist ülkelerden oluşan cephe arasındaki rekabetin çerçevesini çizdiği Soğuk Savaş sistematiği içerisinde aktığı bir dönemin ürünüydü James Bond. İki kutbun iki süper gücü ile onların uyduları konumundaki küçük devletler ve müttefikleri konumundaki orta güçlerin istihbarat örgütlerine bağlı casusların dünyanın dört bir yanında sürdürdükleri kıran kırana ama kuralları da belli bir yarışın adıydı istihbarat. Nitekim ilk Bond filmi olan Dr. No’nun ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki hegemonya mücadelesinin doruk noktası sayılan Küba Füze Krizi’nin yaşandığı 1962 tarihli olması şüphesiz tesadüf değildi.

ABD’nin CIA, Sovyetlerin de KGB ile temsil edildiği casusluk oyununda MI6, süper gücün en hayati sırlarını paylaştığı kardeş örgüt kontenjanında, Batı cephesinin öne çıkan aktörü rolünü canla başla oynuyordu. Her ne kadar Britanya, 2. Dünya Savaşı sonrası sömürgelerinin bağımsızlıklarını kazanmasıyla imparatorluğunu kaybetmiş ve kendisinden boşalan yeri dolduran Anglo-Sakson kardeşi ABD’nin büyük patronluğunu kabullenmek zorunda kalmışsa da, zaman zaman onunla güç savaşına girmekten de kaçınmıyordu. Özellikle Ortadoğu’da o olmadan oyun kurulamayacağını her fırsatta tüm muhataplarına göstermekten geri durmayan Britanya, istihbarat dünyasında da CIA’in yardımcısı gibi görünmemek için yeri geldiğinde tek başına oyun kurmaya yöneliyordu. CIA-MI6 arasındaki bu dost ya da kardeş rekabeti, süper kahraman 007’nin yeri geldiğinde CIA ajanlarının dahi hayatını kurtarması ve çığrından çıkmış olayları sonuca bağlaması şeklinde Bond filmlerine de yansıyordu. Sırasıyla Sean Connery, George Lazenby, Roger Moore ve Timothy Dalton’ın canlandırdığı Soğuk Savaş Bondları, sadece Sovyetlerin gizli servisi KGB ile değil, kişisel hırsları için dünyayı ele geçirmeye çalışan, ideolojiler üstü yarı kaçık ve kötücül tiplerin de şerrinden insanlığı kurtarıyorlardı.

Post-modern Zamanların Yeniden Doğan Ajanı

Doksanlara gelindiğinde, Soğuk Savaş’ın Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla sona erip ABD’nin tek süper güç olarak rakipsiz kaldığı ve ortalığa tek başına çeki düzen vermenin tadını çıkardığı bir uluslararası sistemin şaşkınlığı ortamı kaplamıştı. Fleming’in Çift Kutuplu Dünya’sının kahramanı için artık Yeni Dünya Düzeni’ne yaraşır hikâyeler yazmak gibi bir meydan okuma bekliyordu senaristleri. Pierce Brosnan’ın canlandırdığı yeni dönemin ilk Bond’u da böylesi bir ortamda hal ve davranışlarıyla biraz Amerikanvari kaçıyordu ister istemez. Uluslararası sistemdeki bu değişimin Balkanlar ve Kafkaslar’da kanlı patlamalara yol açtığı doksanların Bond’unun düşman yelpazesi, İstanbul’u havaya uçurmak isteyen enerji baronesinden Britanyalı medya patronuna uzanan yeni kötü tiplemeleriyle, post-modern zamanların ruhunu sindirdiği ve kimlik krizini çözdüğü mesajını gönderiyordu dünyaya.

Yirmi birinci yüzyıl, her şeyin altüst olduğu ve kimin gerçekte neyi temsil ettiği ve nerede durduğunun netliğini büyük oranda yitirdiği zamanlara tekabül ediyor. Bu karmaşanın en yoğun hissedildiği alanlardan biri de istihbarat. Kraliçesinin hizmetinde ülkesine fedakârca hizmet eden Ajan 007, bu kaygan zeminde artık daha sofistike ve daha insani olmak zorunda. Daniel Craig’in ilk Bond deneyiminde, 007’nin insanileşme eğiliminin ilk sinyalleri de verilmişti. Casino Royal’da aşık olan Bond, Quantum of Solace ile sevdiğinin intikamını alırken aynı zamanda aşk acısı çekiyordu. ABD’nin yakın dönemde Afganistan ve Irak’ta açtığı cephelerden evlerine geri dönen askerlerin medyaya yansıyan ruhsal travmalarının, sinemadaki bileği bükülmez Batılı kahraman imajını ciddi bir erozyona uğrattığı yadsınamaz bir gerçek. Bond’un Skyfall’daki örselenmişliği ve kırılmışlığı, ülkelerinin güvenlik yapılarında görev alan insanların, bütün cesaret ve becerilerine rağmen, fiziksel bütünlüklerini koruyabilseler de zihinlerindeki keskin iç ve dış bükülmelerden kaçamadıkları gerçeği ile de dirsek temasına giriyor.

Öksüz ve yetim olduğunu öğrendiğimiz Bond’un, annesi yerine koyduğu M ile arasındaki öfke-sevgi bağını iyiden iyiye açığa çıkaran Skyfall, bu bağlamda Freudçu okumalara imkân verecek şekilde katmanlaşıyor. Bond’un İskoçya’nın kuzey düzlüklerindeki baba ocağına yolculuğu, adeta pek hatırlamak istemediği hüzünlü çocukluğu ile yüzleşmesini temsil ediyor. Bond'un İskoçyalılığı ve onun Britanya’ya yani doğduğu toprakları da kapsayan büyük vatana duyduğu sevginin altının bu kadar kalın çizgilerle çizilmesi ise Britanya’nın bütünlüğü ve Britanyalı üst kimliğine incelikli bir destek niteliği taşıyor. İskoçya’da 2014 sonbaharında Britanya’dan ayrılıp ayrılmama konusunda bir referandum düzenleneceği göz önüne alındığında, Skyfall’daki bütün bu siyasal referanslar daha bir anlam kazanıyor. Bond filmlerinin sadece birer popüler kültür ürünü değil zamanın ruhunu aktaran siyasal alt-metinlerle örülü ciddi eserler oldukları gerçeği, aksiyon ve macera sarmalı içinde incelikle ve ustalıkla göz kırpıyor.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..