Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
20.09.2011 Suikast Amerikan Tarzı Adalet Ebru Afat

Adalet ve güvenlik… Tarih boyunca liderler ve bürokratlar tarafından sık sık karşıt yönlerde konumlandırılan bu iki olgunun arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisinin yoğunluğu, adalet hasar gördüğünde güvenliğin de eksilip işlevini kaybedeceği bilinen bir gerçektir. Bu bilgiye rağmen yine de bazı dönemlerde adalet kolayca rafa kaldırılabilir. Özellikle ülkelerin ve/ya ulusların iç ya da dış tehdit algısının yükseldiği kriz anlarında, güvenliği koruma refleksi de eşzamanlı ve doğru orantılı yükselen devlet mekanizmaları, adaletin tesisine hassasiyet göstermekten rahatlıkla imtina edebilir. Oysa yönetici aklın soğukkanlılığını yitirip, temel hukuk kurallarına uygun adil bir yargılamayı düşmanlarından/veya düşman zannettiklerinden esirgemesinin, devletin temel görevleri listesinin başında gelen adaletin tesisine duyulan inancı zayıflatarak uzun vadede güvenliğin zedelenmesine yol açması kaçınılmazdır.

 

Parlak oyunculuk kariyerini yönetmenlikle taçlandıran Hollywood yıldızları arasında muhalif duruşu ve kimliği ile saygın bir yer edinen Robert Redford, Suikast (The Conspirator, 2010) ile Amerikan tarihinin en kritik davalarından biri üzerinden suçluların cezalandırılması ile gözdağı verme-intikam alma arasında gidip gelen bu “zor zamanlarda adalet” meselesine el atıyor. Başkan Abraham Lincoln’a 15 Nisan 1865’te düzenlenen suikasta yardım ve yataklık etmek suçuyla diğer yedi erkek sanık ile birlikte yargılanan tek kadın olan Mary Surratt (Robin Wright), onu savunan genç ve idealist avukat Frederick Aiken (James McAvoy) ve bu ikilinin dava sürecinde yaşadıkları Suikast’ın temel hikâyesini teşkil ediyor.

 

Federasyondan ayrılmak isteyen Güneyliler ile ülkenin birliğinin korunmasını isteyen Kuzeyliler arasında 1861–65 yıllarında yaşanan Amerikan İç Savaşı’nı Kuzey’in zaferiyle sonuçlandıran Başkan Lincoln, galibiyetinin tadını çıkaramadan suikasta uğrayarak hayatını kaybetmiştir. Güneyli bir tiyatro oyuncusu olan ve iç savaş sırasında Güney lehine casusluk yapan John Wilkes Booth (Toby Kebbell), 15 Nisan gecesi başkanı eşiyle birlikte tiyatro izlerken silahla vurarak öldürür. Booth, Lincoln ile eşzamanlı olarak Başkan Yardımcısı Andrew Johnson ve Dışişleri Bakanı William H. Seward’ın da öldürülmesini içeren bir komplo hazırlamıştır. Johnson ve Seward bu komplodan kurtulmayı başarırlar ve Johnson, ölen başkanın görevini üstlenir. Her ne kadar düzen kısa sürede sağlanmışsa da bu suikast, ülkeyi yeniden yapılandırmaya çalışan Washington’ı büyük bir panik ve korkuya itmiştir.

 

Suikastın ardından kaçmayı başaran Booth kısa süre sonra bir çiftlikte yakalanarak askerler tarafından öldürülür. Booth ile birlikte bu komployu hazırladıkları tespit edilen yedi kişi ile birlikte, Washington’da bir konuk evi işleten iki yetişkin çocuk annesi dul bir kadın olan 42 yaşındaki Mary Surratt da tutuklanır. Suikastçılar, Surratt’ın konuk evinde toplanarak plânlarını hazırlamışlardır ve Surratt’ın oğlu John (Johnny Simmons) da bu toplantılara katılmıştır. Fakat John suikasttan birkaç gün önce Washington’dan ayrılmıştır ve dava boyunca hâlâ aranmaktadır. Surratt sürekli olarak komployu bilmediğini ve hiçbir şekilde plânlara dâhil olmadığını iddia eder. Yine de yanlış bir şey olduğunu sezdiğini ve oğlunu kötü bir şey yapmama konusunda uyardığını ifade eder. Surratt ile birlikte yargılanan diğer yedi kişinin olaydaki rolleri konusunda hiç şüphe yoktur lakin Surratt’ın durumu çok tartışmalıdır. Sanıkların sivil yerine askeri bir mahkemede yargılanması zaten daha işin başından Washington’ın dava karşısındaki tutumunu ortaya koyar. Amerikan İç Savaşı’nda Kuzey cephesinde yer alan ve önünde parlak bir kariyer uzanan genç avukat Aiken, başlangıçta gönülsüzce kabul ettiği Surratt’ın avukatlığını dava ilerledikçe büyük bir hırsla benimser. Annesinin tutuklanması sonrası tek başına kalan Surratt’ın kızı Anna (Evan Rachel Wood) ile temasları sonucu olayların gelişimini öğrenen ve müvekkilinin masum olduğuna inanan Aiken, çevresinin kınamaları pahasına, onun masumiyetini kanıtlamak için var gücüyle uğraşır. Aiken’a göre ABD’nin, uğruna savaştığı özgürlük, eşitlik gibi değerlerin böylesine korkunç bir cinayet sonrası bile göz ardı edilmeyeceği bir ülke olduğunu tüm Amerikalılara ve dünyaya göstermek açısından Surratt’ın konumu bir nevi turnusol kâğıdıdır. Aiken dava ilerledikçe daha fazla tıkanır çünkü yeni Başkan Andrew Johnson davanın sonucunun herkese tam bir gözdağı vermesini istemekte ve Surratt’ın en ağır cezaya çarptırılmasının bu kanıyı güçlendireceğini düşünmektedir. Aiken’ı bu davayı almaya ikna eden Senatör Reverdy Johnson (Tom Wilkinson) bile, yönetimin Surratt’ı da komplocular arasında göstermekteki ısrarı karşısında genç avukatı yalnız bırakır.

 

Tekinsiz Coğrafyanın Tedirgin Zihniyeti

 

Tarihçilerin ABD’nin gelmiş geçmiş en başarılı başkanları arasında ilk sıralarda gösterdikleri Abraham Lincoln’a düzenlenen suikast, 1963’teki Başkan John F. Kennedy suikastına kıyasla faillerinin kimlikleri, saikları ve hedefleri açısından çok daha açık ve net bir olay olsa da özellikle suikast sonrası gelişmeler üzerindeki tartışmalar ilgi çekmeyi sürdürmektedir. Yerleşik bir uygarlık kurmamış göçebe Kızılderili yerlilerin yaşadığı uçsuz bucaksız Kuzey Amerika kıtasına, coğrafi keşiflerin ardından çoğunlukla İngiltere ve İrlanda’dan göç eden insanların torunları, 1776’da Büyük Britanya İmparatorluğu’ndan bağımsızlık ilân edince federal bir cumhuriyet olarak dünya sahnesine çıkmıştı Amerika Birleşik Devletleri.  Çok geniş ve zorlu bir coğrafyada devlet otoritesini tesis etmenin güçlüğüne zaman içinde ülkenin kuzeyi ile güneyi arasındaki ekonomik çıkar farklılaşmasının eklenmesiyle ABD’nin devlet olarak birliğini koruması giderek zorlaşmaya başlamıştı. 1861’de başkanlık koltuğuna oturan Lincoln, siyahların köleliğini kaldırmak için harekete geçti. Ekonomisi endüstriye dayanan kuzey eyaletleri bu girişimi destekliyorlardı. Köleliğin kalkması halinde ekonomisi tarım odaklı güney eyaletlerindeki çiftliklerde zorla çalıştırılan Afrikalı köleler serbest kalıp kuzeye göç edebilecekler, böylece sanayi için gereken emek gücü bollaşıp ucuzlayabilecekti.

 

Köleliğin kaldırılmasını kabul etmektense ayrılmayı tercih eden Güney’in direnişi sonucu başlayan Amerikan İç Savaşı, 1865’te Kuzey’in zafer kazanmasıyla sona erdi. Başkan Lincoln köleliği kaldırmış, ülkenin birliğini sağlamış ve tarihe geçmişti. Artık işin daha zor kısmına geçilmişti: Güneylilerin öfkesine rağmen ABD’nin birliğini sağlamak. Savaştan daha zordur barışı sürdürmek. Üstelik göçmenler tarafından kurulmuş, tarihsel derinliği olmayan ve iç savaş yorgunu bir ülkede barışı ve istikrarı sağlamak daha da zordur. Tüm bu zorlukları omuzlaması beklenen bir liderin beklenmeyen ölümü, zaten ortaya çıkış şekli itibariyle şüpheci ve güvensiz olan bu kurgu devletin psikolojisini daha da yaralar. ABD’nin devlet ve toplum olarak başlangıcından itibaren içinde taşıdığı bu tedirginlik ve tekinsizlik hali, her yeni krizde kendini biraz daha büyüterek tekrarlar. Her ülkenin maruz kalabileceği askeri, siyasi ve ekonomik bir tehdit yahut zorluk ABD için travmatik bir varoluş kaygısına dönüşür.   

 

Robert Redford ve senarist James D. Solomon, Washington’ın kaygılarının hukuki sınırları nasıl aşındırdığını, izleyicinin yorumuna yer bırakmayacak derecede, hatta kimi zaman göze sokarcasına beyaz perdeye yansıtmayı tercih etmişler. Filmin başrol oyuncuları Robin Wright ve James McAvoy, bu yoğun anlam yüklü senaryo içinde yer yer teatral bir havaya bürünseler de fazla falso vermiyorlar. Sonu herkes tarafından bilinen tarihsel bir olayın filmini çekmek her zaman için meydan okuyucuyu bir girişimdir; üstelik teatralleşme ve ders verir tarza girme riski de büyüktür. Suikast bu risklerden nasibini almışsa da kalitesi itibariyle kalburüstü bir çalışma olarak adlandırılmayı hak ediyor. Tarihi film kategorisine giren Suikast, sadece geçmişte kalmış bir olay çerçevesinde algılanmıyor. İzleyicinin zihninde, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki genç ABD devleti açısından siyasi ve ekonomik yönlerden aşırı hassas bir dönemden, küresel sistemin yeniden belirlendiği 21. yüzyılın başına çok net bir hat çizebiliyor. ABD’nin 11 Eylül sonrası içine düştüğü şok ve dehşet havasının aslında yeni bir tepki olmadığı mesajını veriyor. Bunun, Amerikan İç Savaşı’nı ülkenin birliğini koruyarak noktalayan ve zaten tam bir kurgu ürünü olan Amerikan ulusunu yeniden kurgulama sürecinde kendisine fazlasıyla ihtiyaç duyulan karizmatik bir başkanın öldürülmesinin yarattığı şok ve öfkenin yeniden doğuşu olduğunu açıkça hissettiriyor. Bütün uluslar belli ölçüde bir kurgu eseridir, ulus denilen olgu bir tür modern hayali cemaattir.[1] Ancak aynı coğrafyada uzun bir süre yaşayan, köklü bir tarihsel mirasa sahip olan milletler, modern ulus devlet formu içinde yeniden yapılanırken içerdikleri bazı kurgusal katkılara rağmen, varoluşsal bir bunalım yaşamazlar. Tarihi tecrübeleri onlara, karşılaştıkları krizleri, yalpalasalar bile, bir şekilde atlatmalarının yollarını sunar. Oysa bütünsel bir hayali cemaat formu içinde tebarüz etmiş Amerikan zihniyetinin tedirginlik ve tekinsizliği, 11 Eylül sonrası, üstelik bu defa tüm dünyayı da içine alacak şekilde yeniden yüklenir. Redform ve Solomon, geçmişten bugüne yaptıkları görünmez flash back ile sinemasal açıdan biraz abartmış olsalar da, bu sorunlu algının kendini sürekli ürettiğini izleyiciye hissettirmeyi başarıyorlar.

 

20. yüzyıl boyunca otoriter ve totaliter yönetimlere karşı tüm dünyada insan hakları ve özgürlük şampiyonluğu yapan ABD’nin, 11 Eylül 2001’de maruz kaldığı terör saldırılarının ardından başlattığı Terörle Küresel Savaş stratejisi altında imza attığı bütün hukuksuzluklar, Suikast’ın görünmeyen arka plânı olarak resmigeçit yapıyor. Yüzlerce insanın mahkeme önüne çıkarılmaksızın yıllarca Guantanamo Askeri Üssü’nde tecritte tutulması, extraordinary rendition (terör zanlılarının CIA ajanlarınca kaçırılıp ABD müttefiki bazı ülkelerin istihbarat servislerine işkence ile sorgulanmak üzere teslim edilmesi veya ABD kontrolündeki gizli hapishanelere nakledilmesi)[2] ve Irak’taki Ebu Gureyb Hapishanesi’ndeki akla hayale gelmeyen işkence ve aşağılamalar… Kendisinin de başrolünde oynadığı Lions for Lambs (Aslanı Kuzulara, 2007) ile Afganistan Savaşı’nı ele alan Robert Redford, yine bir politik sinema denemesi olan Suikast’ı, ABD’nin post-11 Eylül politikalarını, Amerikan kamuoyunu etkileyecek bir damar üzerinden eleştirmek için bir zemin olarak değerlendiriyor. Bize de, bağımsız filmlere alan açabilmek için 1985’te Sundance Film Festivali’ni kuran[3] bu idealist sanatçının dokuzuncu yönetmenlik denemesini dikkatle izlemek kalıyor.

 

 

 



[1] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır (İstanbul: Metis, 1995) İkinci Basım.

[2] Ebru Afat, “Amerika’nın gizli hapishaneleri ”, Anlayış, Ocak 2006, Sayı 32 http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=32&makaleid=4758.

[3] Stephanie Zacharek, “Robert Redford, Mr. Nice Guy”, New York Times, June 3, 2011.http://www.nytimes.com/2011/06/05/books/review/book-review-robert-redford-by-michael-feeney.html?ref=sundancefilmfestivalparkcityutah 

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..