Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
23.03.2012 Sığınak Amerikalıların Sığınaktan Taşan Korkuları Ebru Afat

Amerikalıların ulusal karakterinden bahsetmek gerektiğinde genellikle bireycilik, girişimcilik, kazanç odaklı düşünme, kamu görevlilerine ve onların vergiler üzerindeki tasarruflarına duyulan güvensizlik, merkezi hükümete yönelik kuşku gibi ekonomi temelli kavramlar akla gelir. Amerikan rüyası, yani fırsatlarla dolu, geniş ve özgür ABD coğrafyasında yaşayan her insanın, eğer yeterince çalışkan, akıllı ve cesur olmayı başarırsa günün birinde zenginlik ve refaha kavuşabilme potansiyelinin bulunduğu inancı, sanal bir özgüven patlaması yaratan aldatıcı bir ideoloji halinde Amerikalıların benliğine nüfuz etmiştir. Eğitim sisteminden derin Amerikan ruhunun kılcal damarlarını teşkil eden bağımsız Protestan kiliselerine, yazılı ve görsel medyadan edebiyata, bilgisayar oyunlarından sinemaya kadar ABD’nin resmi ve özel, askeri ve sivil unsurlarının çoğunluğu, bu ideolojiyi her daim diri tutmaya çabalar. Üstelik bu çaba ABD sınırlarıyla da sınırlı kalmaz. Amerikan anaakım sinemasının en yoğun kullanılan alt metinlerinden biri konumundaki Amerikan rüyası mitosu, ABD’nin küresel hegemonyasını pekiştirmesinde kültürel pivot görevini üstlenen Hollywood aracılığıyla dünyaya pompalanır.

 

Söz konusu iktisadi niteliklerin yanı sıra Amerikan karakterinin çok fazla dile getirilmeyen ama ulusun iliklerine işlediğini sürekli hissettiren köklü bir unsuru daha vardır: KORKU. Yaşam tarzı, inancı ve fiziksel görünüşü ABD’nin kurucu unsurunu oluşturan WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) tipine benzemeyen insanlardan, muhayyel uzaylılardan, Soğuk Savaş döneminde komünistlerden, 11 Eylül sonrasında Müslümanlardan, doğal felaketlerden, salgın hastalıklardan vs. duyulan bitimsiz korku. Ortalama Amerikan bireyi için korkmak varoluşsal bir durumdur ve karşılaşılan her büyük sorunda toplumsal bilincin altına ve üstüne yerleşmiş bilumum korkular travmatik bir şekilde dışarıya yansıyarak mevcut patolojiyi gözler önüne serer. Amerikalıların korkuları, tıpkı Amerikan rüyası gibi, ABD’nin egemen eğlence ve kültür sektörünün bütün kurumları, ama en çok da Hollywood tarafından sürekli beslenip büyütülür, beyaz perde üzerinde onaylanarak çoğaltılır.

 

Lakin Amerikan sineması sadece Hollywood’dan ibaret değildir. Hem içinde yaşadığı toplum ve sisteme, hem de dünyanın geri kalanına eleştirel gözlerle bakabilen Amerikalı bağımsız sinemacılar, mütevazı bütçeler kullanarak kotardıkları usta işi eserleriyle hayata dair derinlikli sözler söylemeye çalışarak aklımızı karıştırmaya devam ediyorlar. 1978 doğumlu genç yönetmen Jeff Nichols, ikinci uzun metrajlı filmi Sığınak (Take Shelter, 2011) ile kendi kuşağından Amerikalı yönetmenler arasında, özgün bir sinema dili yakalama noktasında epeyce sivriliyor. 64. Cannes Film Festivali (1-22 Mayıs, 2011)’de sinema eleştirmenleri tarafından verilen FIPRESCI Ödülü’nü kazanan, 2011 Sundance Film Festivali ile 2011 Toronto Uluslararası Film Festivali’nde resmi yarışma bölümlerinde yer alan Sığınak, yaklaştığına inandığı güçlü bir fırtınadan ailesini korumak isteyen bir adamın akıl hastalığı ile önsezi arasında salınan korkularını fon yaparak, ABD’nin yaşadığı travmanın sondajını yapıyor. Orta sınıf Amerikalıların, kendi ülkeleri merkezli ekonomik kriz karşısındaki kırılganlıkları ve insan-doğa ilişkisindeki dengenin bozulmasının sonuçları ile sarsıcı bir yüzleşmenin kapılarını aralıyor.

 

Fırtına Alameti mi, Delilik Emaresi mi?

Senaryosunu kendisinin yazdığı ilk filmi Shotgun Stories (2007) ile sinema çevrelerinde büyük beğeni toplayan Nichols, yine senaryosu onun imzasını taşıyan Sığınak’ta bir kez daha Amerika’nın kalbinde geçen bir öyküyle seyircileri zorlu bir düşünsel maceraya çıkarıyor. Ohio kentinin kuzeyindeki bir kasabada geçen öykünün başkahramanı olan Curtis LaForche, otuzlu yaşlarının ortasında dürüst ve çalışkan bir aile babasıdır. Büyük bir kum ocağı firmasında ekip şefi olarak çalışan Curtis, el işleri ve terzilik yaparak aile bütçesine katkıda bulunan eşi Samantha ve altı yaşındaki işitme engelli kızı Hannah ile uzaktan bakıldığında çok huzurlu ve mutlu görünen bir hayat sürmektedir. Güzel bir evleri ile arabaları vardır, yazlık için para biriktirmektedirler ve Curtis’in iş yerinin cömert imkânlar sunan sağlık sigortası, kızlarının duymasını sağlayacak pahalı ameliyatın masraflarını karşılamayı kabul eder. Öyle ki kötü giden evliliğini sürdürmekte zorlanan ekip arkadaşı Dewart, onun hayatına duyduğu hayranlığı, “İyi bir hayatın var, Curtis” cümlesiyle ifade eder, ki bu cümle Dewart’a göre bir adama yapılacak en iyi iltifattır.

 

Ancak Curtis’in bu imrenilesi hayatı, aniden görmeye başladığı kâbuslarla kısa sürede tepetaklak olur. Gittikçe şiddetlenen bu rüyalar, her seferinde korkunç bir fırtına ile başlamakta ve tanımlanamaz güçlerin ona ve engeli dolayısıyla diğer çocuklardan daha da incinebilir olan kızına saldırmasıyla bitmektedir. Ailesine zarar verecek korkunç bir felaketin habercisi gibi duran kâbusların yanı sıra Curtis gündüzleri de büyük bir fırtınanın yaklaştığını gösteren çeşitli alametler görmeye başlar. Gökyüzünde yoğunlaşan bulut kümeleri, kuş sürülerinin değişik hareketleri, yağan yağmurun rengindeki tuhaflık gibi kimseyi tedirgin etmeyen olaylar, Curtis için derhal harekete geçmesini gerektiren ilahi mesajlar şeklinde algılanır. Sahip olduğu her şeyi, biricik ailesini ve fazla lüks olmasa da refah içindeki orta sınıf yaşam tarzını kaybetmekten aşırı derecede korkmaya başlayan Curtis, bir yandan da onun yaşlarında paranoid şizofreni teşhisiyle akıl hastanesine yatırılan ve artık özel bir bakımevinde yaşayan annesinin akıbetine uğramak korkusuyla boğuşmaktadır.

 

Gördüğü kâbus ve halüsinasyonların delilik belirtileri olacağını düşünerek psikolojik destek almak isteyen ama yine de geleceğini tüm hücrelerinde hissettiği o meşum fırtınaya karşı tedbir alma isteğinin de önüne geçemeyen Curtis, evinin bahçesinde bir sığınak yapmaya girişir. Sığınak inşası için gereken parayı bulmak amacıyla evini ipotek ettiren Curtis’in hem işi hem de evliliği büyük bir krizin içine yuvarlanır. Sığınağına kavuşan ama işini kaybeden Curtis bundan sonra nasıl bir yol izleyecektir? Eşi Samantha, çevresinin dışlayıcı ve düşmanca tavırlarına maruz kalan Curtis’in yanında kalıp birlikte mücadele mi edecek yoksa genetik mirasının lanetine uğradığı belirtileri veren eşini kaderiyle baş başa bırakıp kızıyla birlikte kendi yolunu mu çizecektir?

 

Sığınak, alt metinleri zengin, durgun başlayan ama gerçek mi rüya mı olduğu belirsiz o şaşırtıcı finaline yaklaştıkça iç katmanlarının derinliğini yoğunlaştıran bir film. Yönetmen Jeff Nichols çok iyi bir atmosfer kurmuş ve Curtis’in gerilimlerini ustalıkla yansıtmış. Rüya sahneleri çok estetik ve gerçekçi, fırtına alametleri, uçsuz bucaksız Amerikan coğrafyasının tekinsizliğini içimizde hissetmemizi sağlıyor. Nichols’ın ilk filmi Shotgun Stories’de de oynayan Michael Shannon, sergilediği muhteşem performansla o zorlu Curtis rolünün altından çok büyük bir başarıyla kalkıyor. Tabii Shannon’ın iri gözleri ve soğuk görünüşü de, Curtis rolünü bu kadar rahat canlandırmasına epey katkı sağlıyor. Filmi izlerken sanki Curtis karakteri Shannon düşünülerek yazılmış izlenimi ediniyorsunuz. Curtis’in eşi Samantha rolündeki Jessica Chastain de işinin hakkını ziyadesiyle veriyor. Oscar adayı Hayat Ağacı (The Tree of Life, 2011) filminde de büyük başarı sergileyen Chastain, canlandırdığı hiçbir karakterde sırıtmıyor, yüz ifadesi ve mimikleriyle duygu geçişlerini çok güzel yansıtıyor.

 

Curtis’in yaklaşan bir fırtınadan ve delirmekten korkmasının ardında her ne kadar kendi öznel durumu yatıyor gibi görünse de Amerikan toplumunun genel yapısı, bu naif adamın korkularının gizli tetikleyicisi konumundadır. Curtis hem travmatik bir korku halinde yaşayan Amerikan toplumunun bir kurbanı hem de aynı korkan toplumun bir temsilcisidir. Derin Amerika’nın omurgasını teşkil eden refah içindeki geniş orta sınıfın, dünyanın gıpta ettiği o mutlu, dingin ve güzel hayatları, 2008 küresel ekonomik krizi karşısında bir anda dağılmış; sosyal güvencenin yerlerde seyrettiği Amerikan sisteminin insanları nasıl da çaresizliğe sürüklediği, devlet ve kamu kelimelerinden nefret eden Amerikalıların yüzüne patlamıştır.

 

2008 krizi sonrasında Amerikalılar artık en çok fakirlikten, daha doğrusu şimdiye kadar sürdürdükleri hayat seviyesini kaybetmekte korkuyorlar. “Kaybedenlerin kendi başlarının çaresine bakmak üzere yalnız bırakıldıkları, zenginlik ve iyi bir gelecek yanılsamasına kapılmış bir toplum görmek istiyorsak, ne yazık ki ABD’ye bakmamız gerekiyor.” (1) Ve WASP Amerikalılar bu korkunun kaynağını ötekileştirip dışarıya atmalarının imkânsızlığını da gayet iyi biliyorlar. Zira alt ve/ya orta sınıfa mensup bir Amerikalının karşılaşacağı olası bir ekonomik çöküş, ya beyni ve kalbi ABD tarafından kontrol edilen neo-liberal kapitalist ekonomik sistemin arızalarından ya da Amerikan toplumunun tüketim ihtirasıyla duyarsızca tahrip etmesinin tetikleyip büyüttüğü doğal felaketlerden kaynaklanabilir. Korkunun kaynakları karşısında hissettiği çaresizlik hissi, Amerikalının tedirginliği ve öfkesini de derinleştirmektedir. Tam da bu aşamada içine girilebilen bir Sığınak, insanoğlunun kendi hatalarıyla devasa boyutlara ulaştırdığı ekonomik ve doğal felaketler karşısında bir tür Nuh’un gemisine dönüşebileceği gibi bu hataların üzerini kapatan bir örtü işlevi de görebilir.



(1) Tony Judt, Kötülük Kol Gezerken, Çeviren: Dilek Şendil, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 30.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..